30/07/2017, 17:51
“ZEYTİN YEŞİLİN KANARSA”
Ve
GÜLŞEN ŞENDERİN ŞİİRLERİ
Mustafa CEYLAN
Şairimizin şiirlerinin vaz geçilmez konusu Kıbrıs’tır.
“Beşparmak dağlarına destan yazdıran, özgürlük rüzgârı estiren, Mehmetçiğin gücü ve sönmeyen ateşi olan, bir daha savaş ve göç olmasın” diye seslendiği, 20 Temmuz kutlamasına 43 yıl sonra da iştirak eden şairimiz, “Kuzey Kıbrıs’i Gezerken şiirinde; “Beşparmak’ta Albayrak gülümser” dedikten sonra, Girne, Lefkoşa, Magusa, Lefke, Erenköy,Lapta, Lambousa, Altınkum, Dip Karpaz, Apostolos Anreas’ın ayrı ayrı güzelliklerinin kelimelerle resmini çizer ve son söz olarak da “Bir âşık gibi yaşadım, vuslatını Kıbrıs’ın.” Der. Fakat, O’nun dilinde illâki doğduğu Dağaşan vardır. Yasemin tüten akşamların türküsünü “Kıbrıs Türküsü” şiirinde şöyle dillere düşürür.
“KIBRIS TÜRKÜSÜ
Sürgün yeşillerde kuşlar ötünce
Yüreğim gönenir çiçeğe durur
Açar ellerimde Baf gonca gonca
Gönlüme güneyin özlemi vurur.
Kuş sesleri öksüz, viran Dağaşan
Bir çocuk kalbidir dağları aşan
Gençlik coşkusuyla yanıp tutuşan
Küskün bülbüllere güller savurur.
Bir ses düşer yâda sıralar üşür
Aşk düşer feryada duygu üşüşür
Kıbrıs Türküsünde notalar şaşar
Zaman döngüsünde şafaklar mağdur.
Günnasır, yasemin tüten akşamlar
Şehir, köy avlular, hanaylar, damlar
Ruhuma bir gülün aşk demi damlar
Ada sularında dudağım kurur.
Kasnakta kekremsi bir yeşil nakış
Esmer bakışlardan çağlara akış
Lirik bir şiirdir, zeytuni yakış
Tarihsel olgular kanayan gurur.”
İşte bu…
Ne demiştik?
İnsan doğduğu yöreyi, çocukluk anılarını sakladığı yolları giyinmeye görsün. Hatıralar dolanır canevine. Hatıralar ki, hüznün, sevdanın ilk gıdasıdır. Hatıralar ki, yaş ilerledikçe sığındığımız, yaslandığımız. Koparıp zamanın zembereğini, kırıp akrebin ayaklarını, zamanın filmini geriye saymaktır.
Rüyâlarını süsler hatıralar. Çocuklaşırsın.
Bir sağanak güzelliktir solgun resimler, yaprak yaprak düşer ellerine.
Dersin ki :
“Geçmiş hep güzel görüntüleri resimler
Güzel günlerdi o günler yalın, yalansız
Öğrencilik günleri güzeldi, gelecekten kaygısız
Büfeler, kahvehanelerin sohbeti başkaydı
Bambaşkaydı insanların samimi içten oluşları
Bir başkaydı yaşamın akışı; yazları, kışları
Baharıyla başkaydı Lefkoşa’da Çağlayan Bölgesi.
Lefkoşa o eski ‘Şeher’ değil, o eski Lefkoşa değil!
Arasta, Asmaaltı, alışveriş dükkânları hiç değil.
Yetmiş dörtten sonra o eski halk, sokağın dili yok
El arabasında mis kokan muz, ‘ banana yarım şilin’
Ve simitçi: ‘Gulliri sıcak sıcak, ellerin yanacak’…
Bandobulya( belediye pazarı), ipek kozasını dağıtmış
O eski sosyal yaşantılar yok; teknoloji ve değişim,
Modernist akımlar, günümüze uygun ihtiyaçlar…
Anılar, yaşanmışlıklar, yüreklerde bir çağlayan
Ah, nerede öğrenci yılları, Lefkoşa sakinleri
Göçüp gitti çokları, * Saffet Anibal* kebapçısı gibi
Unutuşun çarkında, zamanın tükettiği ne yok ki!
Güzel aşklar, sevgililer, güzel yürekli insanlar,
Yaşananlar, yaşanılamayanlar, kaybolan yıllar.
Aşkın o kor ateşinde, çoğalarak yanan yürekler
Ve sevdanın deminde, o son buluştuğumuz yer…”
Evet, memleket hasreti böyledir işte. Mehmet Emin Yurdakul “Anadolu” şiirinde;
“Yürüyordum : Ağlıyordu ırmaklar
Yürüyordum : Düşüyordu yapraklar
Yürüyordum: Sararmıştı yaylalar
Yürüyordum : Ekilmişti tarlalar” derken, Cumhuriyet dönemi şiirinin kilometre taşlarından birisi olan “Han Duvarları”n da Faruk Nafiz Çamlıbel;
“Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…
Gidiyordum gurbeti gönlümde duya duya
Ulukışla yolundan orta Anadolu’ya…
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık”
Demektedirler.
Gurbet-Sıla ekseninde, özlem-çocukluk teması Türk şiir geleneğinin temel taşlarından birisidir. Belirli yaş aralıklarında, gurbet mengenesinin dişlileri arasından mâziye, taa çocukluk veya gençlik dönemine bir geri dönüş bulutu yakalarsınız. O artık sizin vaz geçilmezinizdir. Hele hele büyük şehirlerin korkunç gürültüsü içinde can çekişen bir martı gibiyseniz, acilen bir düş bulutu bulup geçmiş günlere uzanmalısınız. Gençliğin o bakir ovalarında kanat çırpmalısınız, bulut ağlatmalısınız.
“”Altın yıllar akıp gitti, tükenişe geçildi
‘Gönül yaşlanmaz’ derler, saçına aklar dolsa da.
Zor akışında yaşamın, terin tuzu içildi.
Diren diyor yüreğim, yaş altmış beşi bulsa da.
Güçlüklere diren diyor, yitiklerin olsa da…
Sahi, çocukluk neydi! Acılar erken büyüttü
Gençlik uyanışında, neydi tutku, neydi dürtü
Aşk yangını yürekte, yanan yandı, biten bitti
Saygı, korku ve direniş; toplumsal erk öğretti.
Bin bir bilinmeyenden bir çözüm düşünülse de.”
Evet işte bu. Saat kulesinin camını kırarsınız ve mâzinin efsunkâr iklimine ulaşırsınız. Peşpeşe sorular sorarsınız kendinize. Bütün bu “ömür merdiveni”nden kendinize yeni dersler çıkarır,
“Bir lokma ekmek uğruna, neler yaşanır neler” dedikten sonra “Ah, bu tükeniş yok mu, baharın güze dönüşü” deyiverirsiniz.
Yıllar bir rüzgâr hevesiyle gönül kapınızın tokmağına dokunarak geçip gitmiştir. Gideni geri getiremezsiniz. Tutar, aramaya başlar, siz ona gitmeye çalışırsınız… Zamanın zembereğini kırdığınız hatıralar tokmağını, düştüğünüz yolculuğun yollarına vurursunuz. Burkulur içiniz, dışınız. Hasretlik çekersiniz kaybettiklerinize ve bir şiirin son dörtlüğü şöylece dökülür dudaklarınızdan :
“Dağları eleyen bir rüzgâr gibi geçti yıllar
Ertelenen ne çok şey, ne yaşanmamışlık var
Bir yanım fırtına boran, öte yanım ilkbahar
Kâh güldüm, kâh ağladım; dilin ucunda bin efkâr
Gönlü şiirle bağladım, ömrüm sona gelse de…”
-----------------------DEVAMI VAR---------------------
Ve
GÜLŞEN ŞENDERİN ŞİİRLERİ
Mustafa CEYLAN
Şairimizin şiirlerinin vaz geçilmez konusu Kıbrıs’tır.
“Beşparmak dağlarına destan yazdıran, özgürlük rüzgârı estiren, Mehmetçiğin gücü ve sönmeyen ateşi olan, bir daha savaş ve göç olmasın” diye seslendiği, 20 Temmuz kutlamasına 43 yıl sonra da iştirak eden şairimiz, “Kuzey Kıbrıs’i Gezerken şiirinde; “Beşparmak’ta Albayrak gülümser” dedikten sonra, Girne, Lefkoşa, Magusa, Lefke, Erenköy,Lapta, Lambousa, Altınkum, Dip Karpaz, Apostolos Anreas’ın ayrı ayrı güzelliklerinin kelimelerle resmini çizer ve son söz olarak da “Bir âşık gibi yaşadım, vuslatını Kıbrıs’ın.” Der. Fakat, O’nun dilinde illâki doğduğu Dağaşan vardır. Yasemin tüten akşamların türküsünü “Kıbrıs Türküsü” şiirinde şöyle dillere düşürür.
“KIBRIS TÜRKÜSÜ
Sürgün yeşillerde kuşlar ötünce
Yüreğim gönenir çiçeğe durur
Açar ellerimde Baf gonca gonca
Gönlüme güneyin özlemi vurur.
Kuş sesleri öksüz, viran Dağaşan
Bir çocuk kalbidir dağları aşan
Gençlik coşkusuyla yanıp tutuşan
Küskün bülbüllere güller savurur.
Bir ses düşer yâda sıralar üşür
Aşk düşer feryada duygu üşüşür
Kıbrıs Türküsünde notalar şaşar
Zaman döngüsünde şafaklar mağdur.
Günnasır, yasemin tüten akşamlar
Şehir, köy avlular, hanaylar, damlar
Ruhuma bir gülün aşk demi damlar
Ada sularında dudağım kurur.
Kasnakta kekremsi bir yeşil nakış
Esmer bakışlardan çağlara akış
Lirik bir şiirdir, zeytuni yakış
Tarihsel olgular kanayan gurur.”
İşte bu…
Ne demiştik?
İnsan doğduğu yöreyi, çocukluk anılarını sakladığı yolları giyinmeye görsün. Hatıralar dolanır canevine. Hatıralar ki, hüznün, sevdanın ilk gıdasıdır. Hatıralar ki, yaş ilerledikçe sığındığımız, yaslandığımız. Koparıp zamanın zembereğini, kırıp akrebin ayaklarını, zamanın filmini geriye saymaktır.
Rüyâlarını süsler hatıralar. Çocuklaşırsın.
Bir sağanak güzelliktir solgun resimler, yaprak yaprak düşer ellerine.
Dersin ki :
“Geçmiş hep güzel görüntüleri resimler
Güzel günlerdi o günler yalın, yalansız
Öğrencilik günleri güzeldi, gelecekten kaygısız
Büfeler, kahvehanelerin sohbeti başkaydı
Bambaşkaydı insanların samimi içten oluşları
Bir başkaydı yaşamın akışı; yazları, kışları
Baharıyla başkaydı Lefkoşa’da Çağlayan Bölgesi.
Lefkoşa o eski ‘Şeher’ değil, o eski Lefkoşa değil!
Arasta, Asmaaltı, alışveriş dükkânları hiç değil.
Yetmiş dörtten sonra o eski halk, sokağın dili yok
El arabasında mis kokan muz, ‘ banana yarım şilin’
Ve simitçi: ‘Gulliri sıcak sıcak, ellerin yanacak’…
Bandobulya( belediye pazarı), ipek kozasını dağıtmış
O eski sosyal yaşantılar yok; teknoloji ve değişim,
Modernist akımlar, günümüze uygun ihtiyaçlar…
Anılar, yaşanmışlıklar, yüreklerde bir çağlayan
Ah, nerede öğrenci yılları, Lefkoşa sakinleri
Göçüp gitti çokları, * Saffet Anibal* kebapçısı gibi
Unutuşun çarkında, zamanın tükettiği ne yok ki!
Güzel aşklar, sevgililer, güzel yürekli insanlar,
Yaşananlar, yaşanılamayanlar, kaybolan yıllar.
Aşkın o kor ateşinde, çoğalarak yanan yürekler
Ve sevdanın deminde, o son buluştuğumuz yer…”
Evet, memleket hasreti böyledir işte. Mehmet Emin Yurdakul “Anadolu” şiirinde;
“Yürüyordum : Ağlıyordu ırmaklar
Yürüyordum : Düşüyordu yapraklar
Yürüyordum: Sararmıştı yaylalar
Yürüyordum : Ekilmişti tarlalar” derken, Cumhuriyet dönemi şiirinin kilometre taşlarından birisi olan “Han Duvarları”n da Faruk Nafiz Çamlıbel;
“Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…
Gidiyordum gurbeti gönlümde duya duya
Ulukışla yolundan orta Anadolu’ya…
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık”
Demektedirler.
Gurbet-Sıla ekseninde, özlem-çocukluk teması Türk şiir geleneğinin temel taşlarından birisidir. Belirli yaş aralıklarında, gurbet mengenesinin dişlileri arasından mâziye, taa çocukluk veya gençlik dönemine bir geri dönüş bulutu yakalarsınız. O artık sizin vaz geçilmezinizdir. Hele hele büyük şehirlerin korkunç gürültüsü içinde can çekişen bir martı gibiyseniz, acilen bir düş bulutu bulup geçmiş günlere uzanmalısınız. Gençliğin o bakir ovalarında kanat çırpmalısınız, bulut ağlatmalısınız.
“”Altın yıllar akıp gitti, tükenişe geçildi
‘Gönül yaşlanmaz’ derler, saçına aklar dolsa da.
Zor akışında yaşamın, terin tuzu içildi.
Diren diyor yüreğim, yaş altmış beşi bulsa da.
Güçlüklere diren diyor, yitiklerin olsa da…
Sahi, çocukluk neydi! Acılar erken büyüttü
Gençlik uyanışında, neydi tutku, neydi dürtü
Aşk yangını yürekte, yanan yandı, biten bitti
Saygı, korku ve direniş; toplumsal erk öğretti.
Bin bir bilinmeyenden bir çözüm düşünülse de.”
Evet işte bu. Saat kulesinin camını kırarsınız ve mâzinin efsunkâr iklimine ulaşırsınız. Peşpeşe sorular sorarsınız kendinize. Bütün bu “ömür merdiveni”nden kendinize yeni dersler çıkarır,
“Bir lokma ekmek uğruna, neler yaşanır neler” dedikten sonra “Ah, bu tükeniş yok mu, baharın güze dönüşü” deyiverirsiniz.
Yıllar bir rüzgâr hevesiyle gönül kapınızın tokmağına dokunarak geçip gitmiştir. Gideni geri getiremezsiniz. Tutar, aramaya başlar, siz ona gitmeye çalışırsınız… Zamanın zembereğini kırdığınız hatıralar tokmağını, düştüğünüz yolculuğun yollarına vurursunuz. Burkulur içiniz, dışınız. Hasretlik çekersiniz kaybettiklerinize ve bir şiirin son dörtlüğü şöylece dökülür dudaklarınızdan :
“Dağları eleyen bir rüzgâr gibi geçti yıllar
Ertelenen ne çok şey, ne yaşanmamışlık var
Bir yanım fırtına boran, öte yanım ilkbahar
Kâh güldüm, kâh ağladım; dilin ucunda bin efkâr
Gönlü şiirle bağladım, ömrüm sona gelse de…”
-----------------------DEVAMI VAR---------------------