03/08/2017, 07:07
KIRMIZI GÜL (Gülce Edebiyat Şairlerince eklenmiştir.):
Efsâne bu ya: Gülün rengi eskiden kırmızı değilmiş. Bülbül ise güle âşıkmış. Gül, kendisi için yanıp tutuşan bülbüle hiç yüz vermiyormuş. Bu duruma dayanamayan bulbul, gidip gülün dalına konuvermiş. Dikenler bülbülün gövdesine batınca akan kanlar gülün dibine dökülmüş ve kanlar gülün köklerinden ve dikeninden damarlarına geçmiş. Gül, o günden sonra kırmızı açmaya başlamış.
Gülce Edebiyat, her rengin bir dili olduğuna inanır. Ana renklerin arasında tali renkler, pastel renklerin de bulunduğunu; hattâ bütün renklerin eşit oranda karışımı ile beyazın elde edileceğini bilen Gülceciler, duygu ve düşüncelerini ifade etmede, ifrata kaçmayan tasvir yöntemini gayet mahirane bir şekilde kullanarak, renk bilimine önem vermişlerdir. Elle tutulup, gözle görülemeyen; maddesel olmayan duygu ve oluşumları renklerle tamamlayarak söze kuvvet ve ahenk vermişlerdir.(Örnek : Mavi sevda, Mor öfke, Siyah acı vb…
Renklerin gökkuşağını oluştururken birlikteliği, Gülce şiirinin ruh kökünü yansıtmaktadır. Başka bir deyimle, Gülce, gökuşağı şiiridir.
EYYUB :
Bu Peygamber, edebiyata sabır ve şükür timsali olarak geçmiştir. Yüce Mevlâ, çok zengin olan Eyyub’u denemek için bütün malını ve on evlâdını almış, kendisine de (cüzzam gibi) korkunç bir hastalık vermişti. Vücudunun her yaralı uzvuna kurtlar üşüşmüştü. O, bütün acılara Allah’ın takdiridir, diye katlanıyor hattâ yere düşen kurtları alarak tekrar yarası üstüne koyuyordu. Allah O’ nun bu sabrını ve imanını mükâfatlandırdı. Sağlığını, çocuklarını ve mallarını ona geri verdi.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e, 266)
İBRAHİM(Halil-ullah=Allah Dostu) :
Azer adlı bir put yapımcısının oğlu idi. Allah’ın verdiği uyanış ve kurtuluş sayesinde O’ nun BİR’liğini tanıdı. Allah kendisine putları kırmak görevini verince, bu işe babasının putlarını kırmakla başladı. Büyüdüğünde halkı putçuluktan döndürmek için tapınaktaki mâbutları baltaladı. Bunun üzerine Babil hükümdarı Nemrut, O’ nun diri diri yakılmasını emretti. Bir ormanın ağaçlarını keserek dağlar oylumunca odun yığdılar ve tutuşturdular. O’nu bir mancınıkla büyük ateşin ortasına attılar. Fakat, Cebrail kanatlarını gererek onu havada tutu. Bir sure sonra İbrahim’i ateşin ortasına bıraktı ama, indiği yer çimenlik, güllük oldu.
İbrahim, hem Arapların hem de israiloğullarının ceddi sayılmaktadır. Mekke’de Kâbe’yi yapmak görevi ona verilmişti. Allah O’nun imanını sınamak için oğlu İsmail’i kurban etmesini buyurmuştu. Fakat oğlunu boğazlamak üzre iken gökten ilk kurbanlık koyun inmişti.
İSA
Doğumu bir mucizedir, çünkü Cebrail’in üflediği nefes ile, bakire Meryem Hatun’dan dünyaya gelmiştir. Kendisi kutsal bir ruh olduğu için istediği şeye canlılık verir. Ölüleri diriltir, sırf kemikleri kalmış veya çamurdan yapılmış kuşlara can verir, körlerin gözünü açar, her hastalığı iyileştirirdi.
İnsanları yıllarca Hak Dinine çağırdığı halde, Yahudiler O’nu öldürmeye kalktılar. Bir direğe bağlayıp çarmıha germek istediler. Fakat gökten inen melekler İsa’yı kurtarıp dördüncü kat göğe ağdırdılar.
İsa Peygamber, kıyamet günlerine yakın, iki meleğin omzunda, Şam’daki Cami-I Ümeyye’nin beyaz minaresine inecek… Deccâl’i mahvedecek,Tûr-I Sinâ’ya çıkacak… Yecüc Mecuc tayfasını öldürtecek… Dünyaya ilâhî adalet ve güvenliği getirecek… Mehdi ile birbirlerine imamlık teklif edecekler. Mehdi O’na imam olacak… İsa Müslümanlığın temsilcisi olarak yedi yıl saltanat sürecek, İsa’ya ait bu sıfat ve olaylar, orta devre edebiyatlarının her üçünde bol bol bulunmaktadır. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, 265)
LÛT :
İbrahim Peygamber’in kardeşidir. Kenan İlinde (Filistin) çok günaha giren: isyan, fuhuş ve yalana düşen Sodom ve Gomore şehirleri halklarını doğru yola çağırdı. O’nan inanmayan bu halk ilâhî cezaya müstahak görüldü. Melekler Lut’a haber verdiler. O, ardına bakmadan uzaklaştı. Cebrail, kanadını yere sokarak beş şehri yerinden havaya kaldırıp tersini yüzüne getirerek hepsini helâk etti. Sodom ve Gomore’nin yerinde Lût Gölü peydah oldu. Lût’un karısı da, inanmayanlardan olduğu için, kocasının tembihine rağmen dönüp ardına bakmış ve gökten düşen bir taşın altında ezilmişti.
MUSA :
Ibrahim Peygamber’in oğlu ve kendisine TEVRAT gönderilen peygamberdir. O’ da mucizeler, efsâneler ile edebiyata geçmiştir. İlgili MAZMUNLAR ŞUNLARDIR :
O doğduğu sıra Firavun, İsrailoğullarından olan erkek çocuklarının öldürülmesini emretmişti. Annesi, O’ nu kurtarmak için bir sandık içinde Nil’e bırakmış Firavun’un karısı (kızı veya kızkardeşi) Safiye O’nu tesadüfen bulup evlât edinmişti.
Musa, kendi kimliğini ancak 40 yaşında öğrendi. Kavmini zulümlerden kurtarmak için mücadeleye atıldı. Bir Mısırlıyı öldürerek Şuayp Peygamber’in yanına kaçtı. Çobanlık etti ve O’ nun kızıyla evlendi.
Sonra kendisine ilâhî görev verilince, İsrailoğullarını kurtarmak için Mısır’a döndü. Firavun, zulüm altında yaşattığı İsrail ümmetinin ayrılmasına izin vermeyince onu yıldıracak mucizeler gösterdi: Suları kan şekline soktu, kurbağa yağdırdı, Mısır halkına koca sinekler, çekirgeler musallat etti, vücutlarında yaralar çıkardı, üç gün karanlıklar indirdi, doğan çocukları yaşatmadı, ünlüm ASÂ’sını ejder şekline soktu.(O zamanlar Mısır’da sihirbazlık çok geçerli olduğu için Allah’ da Musa’ya, büyücülerden çok üstün sihirbaz hünerleri ve o tip mucizeler bahşetmişti.) Firavun korkup izin verir gibi yaptı. Fakat, kavmini Mısır’dan çıkarırken, Kızıl Deniz kıyısında onları bastırıp öldürmeyi kurarak peşlerine düştü. Musa, Asâ’sını vurunca deniz yarıldı, onlar geçtiler, arkalarından giden Firavun ve askerleri, tekrar yükselen denizin sularında boğuldular.
Musa halkını Tûr-ı Sina’ ya götürmüş, o kutsal dağa çekilip Mevlâ ile “konuşmuş” (KELİMULLAH olmuş) Tevrat’ın ilk bölümü olan ON EMİR kendisine orada vahyedilmişti. Ayrıca, asâ’sını kayaya vurup su çıkarmak, gökten “Kudret Helvası” yağdırmak, elinin ışık saçıcı (yed-i beyzâ) olması O’ nun mucizeleridir. Bir ara Allah’tan umut kestiği için, hedefi olan Kenan İli’ne halkını ulaştıramamış, tam da Vâdedilmiş Ülke ( yani Kudüs)nin göründüğü bir tepede 120 yaşında iken can vermiştir.
NUH :
Adem Peygamber’den 1742 yıl sonra gelmiş ve elli yaşlarında Peygamber olmuştur. Sapıklığa, kumar ve şehvete düşen halkını, imana çağırmış ama sözünü dinletememişti. Bunun üzerine gökten buyruk gelmişti. Tufan olacaktı. İlâhi emir üzerine bir gemi yaptı. Ham, Sam ve Yafes adlı üç oğlu ile karılarını ve yeryüzündeki bütün canlılardan birer çift aldı. Kırk gün, kırk gece sağnaklarla yeryüzünü sular kapladı. Tufan sularında 150 gün yüzen Nuh’un gemisi, nihayet sular biraz çekilince Ağrı veya Cudi Dağı’ nın tepesine indi. Böylece insanoğulları Adem peygamber’den sonra ikinci defa olarak onun üç oğlu ile eşlerinden türediler. Nuh, ayrıca gemicilerin piri ve en ustası sayılmaktadır. Şeytan, eşeğin kuyruğuna yapışarak onun gemisine binmişmiş.
SÜLEYMAN :
Davud’un oğludur. Gelmiş hükümdar ve Peygamberlerin en zengini, şefaatlisi, en nüfuzlusu sayılır. Doğu-Batı Edebiyatlarında, destanlara, masallara ve birçok efsânelere karışmıştır.
Bu peygamber hükümdar, kuşların, denizdeki ve karadaki bütün hayvanların, bitkilerin, cin ve perilerin dillerinden anlar, onlara hükmederdi. Rüzgâr da O’nun emrinde idi. Süleyman’ın yedi yüz karılı , üçyüz cariyeli muhteşem sarayı, hikmetli sözleri, Hak dinine hizmetleri, kâfirlerle savaşları, mühürlü yüzüğü, Saba Melikesi Belkıs ile macerası, tedbirli veziri Asâf, karınca ile konuşması vs. gibi edebiyata bir çok MAZMUNLAR vermiştir.
Süleyman, âşık olduğu Belkıs’a (Yemen’ de Saba kraliçesi)ünlü haberci kuşu Hüthüt’le bir mektup yollayıp onu kendisiyle evlenmeye davet etti. Hüthütün anlattıklarına ve “İsm-i A’zam” ın birkaç harfini bilen Asâf’ın ilâhi nüfuzuna kapılarak, göz yumup açacak kadar az bir zamanda Rüzgâr’ın yardımı ile hava üstünde uçan tahta binerek Kudüs’e geldi. Süleyman onu imana , Hak dinine kavuşturdu ve nikâhına aldı.
Süleyman bir karınca ile konuşacak kadar alçak gönüllü sultandı. Bu iyiliğinin karşılığını bir çok defa gördü. Meselâ, bir savaşta bütün askeriyle birlikte aç kalmıştı. “Karıncalar Beyi”, ona öyle bir çekirge budu verdi ki bunun yarısı Süleyman’ın askerlerini doyurdu.
Süleyman’ın üzerinde “İsm-i Celâl” yazılı olan yüzük şeklindeki mühür’ü de meşhurdur. Bütün kudret ve azameti ordan gelir. Bir gün yıkanırken, o yüzüğü parmağından çıkarıp karısına vermişti. Yüzüğün değerini bilen bir dev, Süleyman’ın biçimine girerek, mühürü karısından aldı. Bu dev, bir sure Süleyman gibi hükmetti ise de Peygamber büyük sıkıntılardan sonra tekrar mührüne kavuştu.
YAKUB :
“Tanrıkulu” anlamına “İsrail” adını alan ilk Peygamberdir. Onun soyundan (12 oğlundan) gelenlere İsrail Oğulları(Beniisrail)denmiştir. Onbir oğlunun, küçük kardeşleri Yusuf’u kıskanıp bir kuyuya atmaları ve ölüm haberini getirmeleri üzerine gözleri kör olmuştu. Sonra, Yusuf O’ na gömleğini gönderince gözleri açıldı. Yakub edebiyata, oğul hasreti çeken dertli babanın sembolü olarak geçmiştir.
YUSUF :
Edebiyatta erkek güzeli timsali olan Yusuf, Yakub’un oğludur. Kardeşleri tarafından kıskanılıp kuyuya atılması, bir kervanla Mısır’a götürülüp satılması, Mısır Aziz’i (veziri) nin karısı Züleyha (Zeliha)nın ona âşık olması ve aşkına karşılık görmeyince yedi yıl zindana attırması; Yusuf’un meşhur rüyâ yorumu, sonra Mısır’a “aziz” olması… Kıtlık sırasında İsrailoğullarını Mısır’a getirtip yerleştirmesi ve bilhassa güzelliği, bir çok hikâyelere ve MAZMUNLARA konu olmuştur.
AB-I HAYAT :
Türkçesi “bengisu” olan ve divanlarda “âb-ı bekâ, âb-ı cavidan, çeşme-i hayvan” adları ile de geçen “ölmezlik” suyudur. İçenler ebedî diriliğe kavuşurmuş. Kaynağı cennet olan ve zulûmat (karanlıklar) ülkesinde bulunan bu masal suyundan, bugüne kadar sadece Hızır ve İlyas içmişlerdir. Hızır, şimdi karada, İlyas’ da denizde bunalan, karda ve fırtınada kalanlara yardım ederlermiş. İskender’de âb-ı hayâtı Hızırla birlikte aramaya çıkmış ama zulümâtta(bilinmezlik ülkesinde) birbirlerini kaybettikleri için İskender, bu sudan içememiştir. Bu Yüce Mevlâ’ nın takdiridir.
Eski Avrupa şiirlerinde de (gençlik suyu) diye geçer. Bu cennet suyu, altın ve elmaslar arasından akarmış. Divan şiirinde sevgilinin saçları karanlıklar ülkesine, ölmezlik(hayat) veren dudakları da bengisuyun kaynağına benzetilir. Halk inanışına gore Köroğlu ve Kırat’ı da Bingöllerde bu sudan içerek ebedî hayata ermişlerdir.
AD ve SEMÛD :
Birincisi Yemen’de, İkincisi Hicaz’la Şam arasında yaşıyan iki günahkâr kavimdir. Gönderilen Peygamberlerle alay ettikleri ve Yüce Mevlâ’ya üstünlük iddiasında bulundukları için şiddetli rüzgâr ile mahvedilmişlerdir.
ANKA(SİMURG):
Boynu çok uzun, yüzü insana benzer, güzel tüylerinde her yaratıktan bir nişan bulunur, Kaf Dağı’nda yaşar bir masal kuşu imiş. Üstünde 30 kuşun alâmetleri olduğundan buna Farsça SİMURG da denir.
Yüksekten uçar ve hiç yere konmaz olan bu kuş, hayvanları ve çocukları kapıp batıya götürdüğü için bir Peygamber ona karılmış. Bu yüzden, yıldırım çarparak soyu mahvedilmiş. Türk Masallarında Zümrüd-ü Anka kuşu diye geçer.
ASHAB-I KEHF :
Bunlara “yedi uyurlar” da denir. Allah’a inandıkları için Dekyanus adlı putperest hükümdarın kahrına uğrayan yedi kişi, kaçıp bir mağaraya sığınmışlar. Orada 300 yıl uyumuşlar ve sonunda uyanmışlar. Mekselina, Meslina, Mernuş, Debernuş ve kefeştetayyuş adlarını taşıyan ashab-I kehf’in kıtmir adlı bir de köpekleri vardır. Anadolu’da bir çok Ashab-ı Kehf mağarası gösterilmektedir. Başlıcaları : Efes’te, Tarsus’ta, Elbistan’da, Maraş’ta dır.
BÂBİL :
Doğu ve batı edebiyatlarında bir çok MAZMUNLARLA görülür. Eski çağların en bayındır ve büyük (Keldanî) başkenti olan BABİL’İN SURLARI, üstünden dörtbeş araba yanyana geçecek kadar genişmiş. Evlerin damları üzerinde yetişen asma bahçeleri, ilk çağın YEDİ HARİKASI’ndan biri sayılır. Bâbil harabeleri, bugün Aşağı Irak’ta, Hille şehri yakınındadır.
Fen, büyücülük ve yıldız bakıcılığı bu şehirde pek ilerlemiş. Orada bir kuyu(çah-ı Bâbil) varmış ki Harut ve Marut adlı melekler içinde asılı imişler. İbrahim Peygamber’i ateşe attıran Nemrut bir Bâbil hükümdarıdır. Dillerin ayrılmasına sebep olan BÂBİL KULESİ de burada yapılmıştır.
BEDAHŞ(Bedahşan) :
Horasan Hindistan arası bir şehirdir. Yakut’un en değerli ve en parlak kırmızı cinsi olan la’l burada çıkar. La’l, sevgilinin dudağına benzetilir.
CALİNUS (Galenos):
Bokrat (Hippokrates) gibi eski büyük hekimler ve Süleyman Peygamber’in hekimi olduğu söylenen LOKMAN, edebiyatta hâzik hekim timsalleridir.
CEMŞİD(Cem):
Grek mitologyasındaki Dioniysos (Baküs)u andıran zevk, safâ, içki ve eğlence timsalidir. Eski bir Hind Tanrısı veya İranlıların ilk (Piştadiyân)sülâlesinden efsaneleşmiş bir hükümdardır.
Esatirdeki asıl yeri, şarabı icad eden hükümdar olmasıdır. Cemşid efsânesi şöyledir :
Cemşid birgün altın tahtına oturmuş, ok yarışmalarını seyrederken boynuna yılan dolanmış olan bir kuşun uçtuğunu görür. Kuşa dokunmamak şartıyla yılanı vurmalarını okçularına emreder. Canı kurtulan kuş biraz sonra Çemşîd’in tahtı önüne gelir ve kimsenin bilmediği daneli bir salkımı minnettarlık hediyesi gibi bırakıp gider.
Çemşid bu daneleri yere ektirir, üzüm asması biter ve meyve verir. Üzümü bir küpe sıkarlar ve ağzını kapatırlar ve orada unuturlar. Hükümdar birgün hatırlar, istetir, tadına bakar ki fazla kekre… Bunu zehir sanır ve düşmanlara verilmek üzere saklanmasını emreder.
Cemşid’in pek sevgili ve çok güzel bir cariyesi varmış. Bu kız, şiddetli baş ağrıları çekermiş. Bir gün artık yaşamaktan usanarak intihar etmeye karar verir ve küpteki “zehir” den bardak bardak içer. Üstüne bir gariplik çöker, sızar ve rahatlar.Kendine geldiği zaman ağrı ve sızıların geçtiğini hayretle görür.
Vakayı işiterek çok sevinen Cemşid, üzüm suyundan olan şaraba “şâh-dârû”(baş ilâç)adını verir. O günden beri üzümden bolca şarap çeker ve içip eğlenirlermiş.
Edebiyatta Cemşid(Cem)daha çok “câm-ı cem,bezm-i cem” MAZMUNLARIYLA, bir de eğlence, şatafat ve bahar şenlikleri dolayısıyla geçer. Çünkü güneşin “hamel burcu” na geçişini, yani bahar başlangıcı olan mart dokuzunu YILBAŞI(NEVRUZ)BAYRAMI olarak ilk defa kutlatan da Cemşid’dir. Adalet, gösteriş, süs, ziynet eşyası, kokulu bitkiler hep O’na mahsus şeylerdir. Cemşid, Dehhak tarafından öldürülmüştür.
EDHEM :
Tasavvufta ermişlik ve feragat timsalidir. Kendisi Belh Sultanı iken bir gün ceylan avında, karga tarafından beslenen eli kolu bağlı bir adam gördü. Allah’ın her yerde rızk vericiliğine inandı. Bunun üzerine çul ve külah giyip bir mağaraya, ibadete çekildi. Büyük velilerden oldu.
ELEST MECLİSİ, ELEST GÜNÜ :
Elest günü(Ruz-i Elest) ve Elest Meclisi(Bezm-i Elest), tasavvufta, dinde ve edebiyatta Allah’ın kâinatı yarattığı veya (OL) dediği; insan ruhlarını meydana getirdiği(kendinden ayırıp insan kalıplarına yolladığı)gün veya toplantı olarak bir çok MAZMUN VE MECAZLARA karışmaktadır. Allah o gün (elest günü) ruhlara (ELESTİ Bİ RABBİKÜM=Sizin Rabb’iniz değil miyim?)diye sordu. Onlarda ( KALUBELA=Ezelden beri)cevabını verdiler.
FERİDUN :
Cemşid’in torunu, efsaneleşmiş bir İran hükümdarı olup iyilik ve adalet timsalidir. (Nuşiveran da adalet timsalidir) Cemşid, ömrünün sonuna doğru Allah’lık davasına kalkınca halkın nefretine uğramış Arap kavminden DEHHAK da onu öldürerek İran Padişahı olmuştu.
Ancak, Şeytan, bir gün Dehhak’ın sırtını öpünce iki omuzunda iki yılan başı peydahlanmıştı. Sonra yine Şeytan, hekim kılığında gelerek, bu yılanlara her gün iki delikanlı beyni yedirilmezse hastanın iyileşmeyeceğini söyledi. Dehhak, onun dediklerini yapınca, büyük bir zulüm aldı yürüdü. Beyni yenilme sırası Gâve adlı bir demircinin oğluna gelince… Gâve, önlüğünü örsüne asarak isyan bayrağı açtı. Halkı ardına topladı. Dehhak öldürüldü. Yerine de ortalığı düzene koyan ve büyük adaletiyle ün salan Feridun geçti.
FİRAVUN :
(Özellikle Musa’ya zulüm eden Mısır hükümdarı.)Haman: (Firavun’un veziri, göklere uçan bir taht yaptırıp Mevlâ’ya kasdetmek istemişti)ve Hülâgû (Cengiz torunlarından)gibi yarı tarihi, yarı efsâneli kişiler, zulüm, kötülük, vahşilik timsalleri arasındadır.
SES ve BÜLBÜL(Gülce Edebiyat Şairlerince eklenmiştir.):
Derler ki:
Bülbül, sabah rüzgârı (saba-seher yeli) ile gülün yanına gider ve başlar güzel sesi ile onu övmeye ve ona olan aşkını dile getirmeye. Gül de ona karşılık vererek yavaş yavaş uyanarak gülümsemeye (açmaya) başlar. Bülbülün sabahları çok ötmesinin nedeni herhalde aşkına az da olsa bu gülümsemeyle karşılık bulmasıdır.
Bülbül güzel sesi ile aşkı en güzel şekilde anlattığı için, insanlar bundan faydalanmak istemiş ve tuzağa düşürülen çılgın âşık (bulbul)kendisini demir parmaklıklar arasında buluvermiştir. Daha önce sevgilisinin az yüz vermesine bir de bu ayrılık eklenince(bizim sevdalı bulbul) kafeste daha dertli ve güzel ötmeye başlamıştır.
Bizim güle kara sevdalı bulbul, ne çekmişse dilinden çekmiştir. “Ah vatanım, vah vatanım!” diyerek ötmesinin altında sevgilisinden ayrı olması yatmaktadır.
Bütün büyük aşklar gibi, gül ile bülbülün aşkı da birbirine kavuşamadan bu fani dünyada ayrı olarak noktalanır. Tıpkı Mecnun’un Leylâ’ya, Kerem’in Aslı’ya, Ferhat’ın Şirin’e kavuşamayıp aşk ateşleri içinde ölmeleri gibi. Gül, güzel ve çekici olmasına rağmen çok çabuk solar ve ölür. Aşık da çok çile çektiği için hayatın tadını alamadan ömrü çabucak geçer.
Evet, GÜLCE ve Gülcecilere gore bulbul, rahmetli AKİF’ in Safahat’ında “VATAN İÇİN YANAN BÜLBÜLDÜR.”
Bülbülün kendisi kadar yüreği ve sesi de çok önemlidir.
Bülbül sesi kadar, ŞİİRDE SES DE GÜLCE İÇİN ÇOK ÖNEMLİDİR. Bülbül sesi kadar, gül kadar güzel olmalı Gülce Şiirlerimiz… Bu sebeple, seslerin âhengi şiiri şiir yapan en önemli unsurdur. Bilâl-i Habeşî , o güzel sesiyle ilk Ezanı nasıl okuduysa ve o ses asırlardır aynı güzellikte kulaklarımızdan ruhlarımıza nasıl günde beş kez hitab ediyorsa, şiirimiz de aynı mübârek sesleniş güzelliğini taşımalıdır. Gülce Edebiyat, şiirin geometrisinde sese çok önem veren bir edebiyat akımıdır. Sabah gülümsemesinde bir gonca gülü seyreden bülbülün sesini Gülce şiirinin seher yeline salıvermek Gülceci her şairin görevidir.
Sesler, harfler-kelimeler ve cümlelerden oluşur. Şiirde kelimeler nesirdekinin aksine bahar duruşludurlar. Şair söylemi veya şiir dili, her şairin tarz-üslup ve söylemi olarak ortaya çıkarsa da işin esası bülbülün yürek sesidir.
HÂRÛT ve MÂRÛT :
“Bu iki melek, insanların yerdeki kötülüklerini görür iğrenirlermiş. Bunu Mevlâ’ya anlatmışlar. Yüce Mevlâ : (Eğer insan oğullarına verdiğim şehvet hırsını size verseydim, siz daha beter olurdunuz!)demiş. Melekler, öyle olmayacağını söyleyince, Allah da onlara şehvet verip Bâbil’e indirmiş.
Bunlar, Bâbil’de kadılık ederken, kendilerine başvuran çok güzel bir kadına tutulup vuslatını talep etmişler. Buna karşı kadın :
-“Ya kocamı öldürürseniz, ya puta taparsanız, ya da şarap içerseniz… Bu üç şartla istediğiniz “olur” demiş.
Teklifler içinde en ehven olarak şarap içmeyi gören melekler içip sarhoş olmuşlar. Kadın onların sarhoşluğundan istifade ile, her gece göğe çıkmak için okudukları “ism-i a’zam”(Allah’ın en büyük adı)duasını sormuş. Öğrenip okumuş ve göğe ağmış. Allah onu zühre yıldızı haline sokmuş.(Zühre, Afrodit’in doğu esâtirindeki benzeridir) Hârût ve Mârût’a da (Dünya veya ahret azaplarından birini seçmelerini) buyurmuş.
Melekler, dünya azabını seçince, ayaklarından asılı olarak Bâbil Kuyusu’na (Çâh-i Bâbül) kapatılmışlar. Kıyamete kadar, o işkenceyi çekecekler ve bir türlü suya kavuşamayacaklardır.
Hârût’la Mârût, aynı zamanda büyü, sihir ustalarıdır. Kuyu başına gelenler, onlardan fitne ve büyü öğrenirler. Sevgilinin bakışı, gamzesi, gözü hep bu sihir ve fitne MAZMUNLARINA bağlanır.(Bu efsâne Faust hikâyesini biraz andırmaktadır.)(Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf:272)
HIZIR
Karanlıklar ülkesinde, Allah’ın emriyle Ab-I Hayat’ı bulup içtiği için ölmezliğe kavuşmuş bir hükümdar, bir ilâh, ya da ermiştir. Musa ve İskender ile O’ nun arasında yakınlıklar kurulur. İskender’e kılavuz Musa’ya akıl ve hikmet yoldaşı sayılır. Aynı zamanda bengisuyu içmiş olan ve deniz kazazedelerini koruyan İlyas’ın arkadaşıdır.
Halkımız Hızır’ı BENLİ BOZ isimli atına binmiş, mübârek bir ihtiyar olarak tasarlar. Darda kalanlara, yoksullara, yetim ve dullara iyilik, zenginlik, bereket getireceğine inanılır. Avrupa taklitçiliğinin getirdiği NOEL BABA, din, milliyet ve geleneğimize aykırı, zararlı bir masaldır. Türk töresinde Hızır’ın üstün ve sevimli bir yeri olduğuna gore çocuklarımıza o çam katili, eski putperest ilâhını tanıtacak yerde Hızır aleyhisselâmı sevdirip benimsetmekte, millî manevî büyük faydalar vardır.
Hızır kelimesi aynı zamanda yeşillik anlamına gelir. Ayağını bastığı her yerin yeşil çimenlerle dolu, verimli olduğuna ve elini dokunduğu her şeyin bereketlendiğine inanılır. Türklerin BAHAR BAYRAMI da HIZIR VE İLYAS adlarının karışımı olarak HIDIRELLEZ adını taşımaktadır. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf: 272-273)
HÜMÂ (Dvelet Kuşu) :
Kaf Dağında veya Kıpçak Çölünde, Çin ülkesi yakınında bulunan boz renkli, ayaksız bir kuşmuş. Yere inmez, yücelerden uçarmış. Gölgesi her kimin başına düşerse o hükümdar olurmuş. Bunun için DEVLET KUŞU, yani mutluluk getiren kuş diye anılır.
İREM(Bağ-ı İrem):
Yemen’de Ad kavmi krallarından ŞEDDÂD’ın yaptırdığı bir bahçedir. Cennetten daha güzel olmak iddiası ile yapılan İrem Bağı ve köşkleri Allah’ın gazâbını çekmiştir. Cebrailin bir haykırışı orayı içindekilerle beraber mahvetmiştir. Dilimizdeki Şeddadî Bina (Çok büyük)sözü bu Şeddad’dan gelmektedir.
İSKENDER :
Edebiyatımızda iki İskender vardır. Biri Kur’an ‘ da geçen bir Peygamber veya ermiştir. İskender-i Zülkarneyn diye anılanı Hızırla âb-ı hayat’ ı arayıp bulamayan Kâbe’de İbrahim Peygamber’le görüşmüş olan imanlı hükümdardır.
Öbür İskender ise, İran Hükümdarı Dârâ’yı yenmiş olan Makedonyalı Büyük İskender’dir. Kudret, saltanat, cihangirlik, haşmet timsalidir.
Ancak;
ŞİİR MAZMUNLARINDA bu iki İskender birbirine karıştırılmıştır.
AYİNE-İ İSKENDER: Aristo’nun yaptığı söylenen ve görünmezleri gösteren bir aynadır. İskenderiye’ de bir tepe üstüne konulan bu ayna, yüz mil açıktaki gemileri bile gösterirmiş. Bu aynaya akseden güneş ışığı ile gemiler ateşe verilirmiş. Sonradan çalınıp denize atılmış.
SED-Dİ İSKENDER: İskender’in Yecüc Mecüc milletine karşı yaptırdığı bir sed(sur, duvar)dır. Bu seddin ya ÇİN SEDDİ ya da KAFKAS SIRADAĞLARI olduğu sanımaktadır.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf:273)
Evet;
GÜLCE EDEBİYAT AKIMI da, tarihteki Makedonyalı Büyük İskender hakkında, tarihi yanılgılara dikkat çekmekte; bahsi geçen Makedonyalı İskender’in kasten veya bilmeden Türk Destanları’na sokulduğunu ileri sürmektedir. Makedonyalı İskender’den çok çok zaman öncesini taşıyan, Milattan önceki dönemlere dayanan Türk Destanları(Şu, Bozkurt, Oğuz Kağan)na biraz da İran milliyetçisi Firdevsi’ nin zorlamaları ile bu Makedonyalı İskender’in sokulmuş olabileceğini düşünmekteyiz. Çünkü arada, çok büyük zaman farkı vardır.
Evet;
ÇİN SEDDİ, bizim MİLLİ EDEBİYATIMIZ olan GÜLCE için, bir MAZMUN’dur. Çünkü, uzaydan görünen bu SED, TÜRK AKINCILARININ, Kürşad’ların korkusundan inşaa edilmiştir. BATI TÜRKİSTAN ‘ ın ÖZGÜRLÜK DAVASI, Gülce’ nin de davasıdır. Osman Baturların bayrağının inmeyeceğini Gülce Çin Seddi mazmunuyla da dile getirmektedir.
İSTİĞNÂ :
Yüce Mevlâ güzelliğinin bir vasfıdır. Mutlak olan bu güzellik , kulların iltifatına muhtaç olmadığı için onlara “aldırmaz”. Istiğnâ, dünyanın mal, servet, zevk ve cefasına aldırmamak, onlardan ötürü sevinip üzülmemek bakımından bir olgunluk vasfı sayılmaktadır.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e. Syf:274)
KAARUN :
Musa Peygamber’in gösterdiği ilm-i kimya ile çok zengin olmuş biridir. O kadar ki, hazinelerinin anahtarlarını ancak 40 kişi taşıyabilirmiş. Buna rağmen Musa’ nın istediği öşrü(vergiyi) vermeyince Allah’ın gazabını çekmiş. Musa, O’na ilenince yer, O’nu çekmeye başlamış . Dizlerine kadar toprağa batmış… Korkudan öşrü vereceğini söyleyince Musa O’ nu dua ile kurtarmış. Fakat, Kaarun sözünde durmamış. Bu sefer beline kadar batmış. Yine vermeyince, once bütün malları, sonra da kendisi toprağa gömülmüş.
Batı kültüründeki Krezüs’ü adı ve serveti ile hatırlatan Kaarun, hasis ve pinti zenginlerin timsalidir. O’na karşılık bir Arap zengini ve şairi olan ve Peygamber zamanına kadar yaşayan Hâtem (Hâtem-i Tâi)ise hem büyük zenginlik, hem de cömertlik, hayır, hanedanlık örneğidir.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e., syf:274)
KAKNÛS :
Musikiyi icad ettiğine inanılan bir çeşid yabani masal kuğusudur. Gagasında 360 delik bulunan bu kuş, yüce dağlarda, rüzgar estikçe türlü güzel nağmeler çıkarırmış. Bu güzel sesleri dinlemek için yanına toplanan kuşları avlayıp yermiş. 1000 yıl ömrü olan Kaknus, ölüm vakti gelince çalı çırpı toplar, kanadını şiddetle çırpıp onları tutuşturur ve kendini içine atar yanarmış. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syaf:274)
NERGİS(Narsis) :
Grek mitologyasından doğuya geçen bir mitosa dayanır. Narsis, bir peri ile bir ırmaktan doğma çok güzel bir delikanlıdır. Bütün peri ve insan kızları ona âşıktır, hattâ YANKI adlı bir peri onun derdinden ölmüş yalnız sesi kalmıştır. Delikanlı, aşkı bilmediği ve kendi güzelliğinin farkında olmadığı için bu kızların duygularına cevap vermez. Kızlar O’nu Yaradan’a şikâyet ederler. Yaradan da Narsis’i şöyle cezalandırmış :
Delikanlı bir ırmak kıyısından geçerken, suyun aynasında güzel çehresini görüp, ona âşık olur ve kucaklamak için nehre atılıp boğulur. Kendi ölür gider onun yerinde bir ÇİÇEK çıkar.
İşte bu çiçek NERGİS’tir. Tek ve açık bir gözü andıran bu çiçek, kıyamete kadar hasret içinde kalacak ve güzellere hayran hayran bakacaktır. Bu yüzden Nergis, hasretli, hayran ve baygın göze denir. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf: 274)
PİR-İ MUGAN :
Eski İran dinlerinden olan Zerdüştlük’te Mug (yahut) Mecusî, ateşe tapanların rahiplerine verilen ünvandır. Pir-i Mugan ise onların en başı, yaşlısıdır. Divan şiirinde Tasavvuf terimi olarak veya geniş anlamda: MÜRŞİD, İNSAN-I KÂMİL, gerçeklerin gönül ve sevgi yoluyla çözülebileceğini kavramış kimse, ALLAH AŞKI(ŞARAP)sunucu gibi MAZMUNLAR için de kullanılır.(Kabaklı, Ahmet, a.g.e; Syf:275)
-----------------------------------DEVAMI VAR-----------------------------------
Efsâne bu ya: Gülün rengi eskiden kırmızı değilmiş. Bülbül ise güle âşıkmış. Gül, kendisi için yanıp tutuşan bülbüle hiç yüz vermiyormuş. Bu duruma dayanamayan bulbul, gidip gülün dalına konuvermiş. Dikenler bülbülün gövdesine batınca akan kanlar gülün dibine dökülmüş ve kanlar gülün köklerinden ve dikeninden damarlarına geçmiş. Gül, o günden sonra kırmızı açmaya başlamış.
Gülce Edebiyat, her rengin bir dili olduğuna inanır. Ana renklerin arasında tali renkler, pastel renklerin de bulunduğunu; hattâ bütün renklerin eşit oranda karışımı ile beyazın elde edileceğini bilen Gülceciler, duygu ve düşüncelerini ifade etmede, ifrata kaçmayan tasvir yöntemini gayet mahirane bir şekilde kullanarak, renk bilimine önem vermişlerdir. Elle tutulup, gözle görülemeyen; maddesel olmayan duygu ve oluşumları renklerle tamamlayarak söze kuvvet ve ahenk vermişlerdir.(Örnek : Mavi sevda, Mor öfke, Siyah acı vb…
Renklerin gökkuşağını oluştururken birlikteliği, Gülce şiirinin ruh kökünü yansıtmaktadır. Başka bir deyimle, Gülce, gökuşağı şiiridir.
EYYUB :
Bu Peygamber, edebiyata sabır ve şükür timsali olarak geçmiştir. Yüce Mevlâ, çok zengin olan Eyyub’u denemek için bütün malını ve on evlâdını almış, kendisine de (cüzzam gibi) korkunç bir hastalık vermişti. Vücudunun her yaralı uzvuna kurtlar üşüşmüştü. O, bütün acılara Allah’ın takdiridir, diye katlanıyor hattâ yere düşen kurtları alarak tekrar yarası üstüne koyuyordu. Allah O’ nun bu sabrını ve imanını mükâfatlandırdı. Sağlığını, çocuklarını ve mallarını ona geri verdi.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e, 266)
İBRAHİM(Halil-ullah=Allah Dostu) :
Azer adlı bir put yapımcısının oğlu idi. Allah’ın verdiği uyanış ve kurtuluş sayesinde O’ nun BİR’liğini tanıdı. Allah kendisine putları kırmak görevini verince, bu işe babasının putlarını kırmakla başladı. Büyüdüğünde halkı putçuluktan döndürmek için tapınaktaki mâbutları baltaladı. Bunun üzerine Babil hükümdarı Nemrut, O’ nun diri diri yakılmasını emretti. Bir ormanın ağaçlarını keserek dağlar oylumunca odun yığdılar ve tutuşturdular. O’nu bir mancınıkla büyük ateşin ortasına attılar. Fakat, Cebrail kanatlarını gererek onu havada tutu. Bir sure sonra İbrahim’i ateşin ortasına bıraktı ama, indiği yer çimenlik, güllük oldu.
İbrahim, hem Arapların hem de israiloğullarının ceddi sayılmaktadır. Mekke’de Kâbe’yi yapmak görevi ona verilmişti. Allah O’nun imanını sınamak için oğlu İsmail’i kurban etmesini buyurmuştu. Fakat oğlunu boğazlamak üzre iken gökten ilk kurbanlık koyun inmişti.
İSA
Doğumu bir mucizedir, çünkü Cebrail’in üflediği nefes ile, bakire Meryem Hatun’dan dünyaya gelmiştir. Kendisi kutsal bir ruh olduğu için istediği şeye canlılık verir. Ölüleri diriltir, sırf kemikleri kalmış veya çamurdan yapılmış kuşlara can verir, körlerin gözünü açar, her hastalığı iyileştirirdi.
İnsanları yıllarca Hak Dinine çağırdığı halde, Yahudiler O’nu öldürmeye kalktılar. Bir direğe bağlayıp çarmıha germek istediler. Fakat gökten inen melekler İsa’yı kurtarıp dördüncü kat göğe ağdırdılar.
İsa Peygamber, kıyamet günlerine yakın, iki meleğin omzunda, Şam’daki Cami-I Ümeyye’nin beyaz minaresine inecek… Deccâl’i mahvedecek,Tûr-I Sinâ’ya çıkacak… Yecüc Mecuc tayfasını öldürtecek… Dünyaya ilâhî adalet ve güvenliği getirecek… Mehdi ile birbirlerine imamlık teklif edecekler. Mehdi O’na imam olacak… İsa Müslümanlığın temsilcisi olarak yedi yıl saltanat sürecek, İsa’ya ait bu sıfat ve olaylar, orta devre edebiyatlarının her üçünde bol bol bulunmaktadır. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, 265)
LÛT :
İbrahim Peygamber’in kardeşidir. Kenan İlinde (Filistin) çok günaha giren: isyan, fuhuş ve yalana düşen Sodom ve Gomore şehirleri halklarını doğru yola çağırdı. O’nan inanmayan bu halk ilâhî cezaya müstahak görüldü. Melekler Lut’a haber verdiler. O, ardına bakmadan uzaklaştı. Cebrail, kanadını yere sokarak beş şehri yerinden havaya kaldırıp tersini yüzüne getirerek hepsini helâk etti. Sodom ve Gomore’nin yerinde Lût Gölü peydah oldu. Lût’un karısı da, inanmayanlardan olduğu için, kocasının tembihine rağmen dönüp ardına bakmış ve gökten düşen bir taşın altında ezilmişti.
MUSA :
Ibrahim Peygamber’in oğlu ve kendisine TEVRAT gönderilen peygamberdir. O’ da mucizeler, efsâneler ile edebiyata geçmiştir. İlgili MAZMUNLAR ŞUNLARDIR :
O doğduğu sıra Firavun, İsrailoğullarından olan erkek çocuklarının öldürülmesini emretmişti. Annesi, O’ nu kurtarmak için bir sandık içinde Nil’e bırakmış Firavun’un karısı (kızı veya kızkardeşi) Safiye O’nu tesadüfen bulup evlât edinmişti.
Musa, kendi kimliğini ancak 40 yaşında öğrendi. Kavmini zulümlerden kurtarmak için mücadeleye atıldı. Bir Mısırlıyı öldürerek Şuayp Peygamber’in yanına kaçtı. Çobanlık etti ve O’ nun kızıyla evlendi.
Sonra kendisine ilâhî görev verilince, İsrailoğullarını kurtarmak için Mısır’a döndü. Firavun, zulüm altında yaşattığı İsrail ümmetinin ayrılmasına izin vermeyince onu yıldıracak mucizeler gösterdi: Suları kan şekline soktu, kurbağa yağdırdı, Mısır halkına koca sinekler, çekirgeler musallat etti, vücutlarında yaralar çıkardı, üç gün karanlıklar indirdi, doğan çocukları yaşatmadı, ünlüm ASÂ’sını ejder şekline soktu.(O zamanlar Mısır’da sihirbazlık çok geçerli olduğu için Allah’ da Musa’ya, büyücülerden çok üstün sihirbaz hünerleri ve o tip mucizeler bahşetmişti.) Firavun korkup izin verir gibi yaptı. Fakat, kavmini Mısır’dan çıkarırken, Kızıl Deniz kıyısında onları bastırıp öldürmeyi kurarak peşlerine düştü. Musa, Asâ’sını vurunca deniz yarıldı, onlar geçtiler, arkalarından giden Firavun ve askerleri, tekrar yükselen denizin sularında boğuldular.
Musa halkını Tûr-ı Sina’ ya götürmüş, o kutsal dağa çekilip Mevlâ ile “konuşmuş” (KELİMULLAH olmuş) Tevrat’ın ilk bölümü olan ON EMİR kendisine orada vahyedilmişti. Ayrıca, asâ’sını kayaya vurup su çıkarmak, gökten “Kudret Helvası” yağdırmak, elinin ışık saçıcı (yed-i beyzâ) olması O’ nun mucizeleridir. Bir ara Allah’tan umut kestiği için, hedefi olan Kenan İli’ne halkını ulaştıramamış, tam da Vâdedilmiş Ülke ( yani Kudüs)nin göründüğü bir tepede 120 yaşında iken can vermiştir.
NUH :
Adem Peygamber’den 1742 yıl sonra gelmiş ve elli yaşlarında Peygamber olmuştur. Sapıklığa, kumar ve şehvete düşen halkını, imana çağırmış ama sözünü dinletememişti. Bunun üzerine gökten buyruk gelmişti. Tufan olacaktı. İlâhi emir üzerine bir gemi yaptı. Ham, Sam ve Yafes adlı üç oğlu ile karılarını ve yeryüzündeki bütün canlılardan birer çift aldı. Kırk gün, kırk gece sağnaklarla yeryüzünü sular kapladı. Tufan sularında 150 gün yüzen Nuh’un gemisi, nihayet sular biraz çekilince Ağrı veya Cudi Dağı’ nın tepesine indi. Böylece insanoğulları Adem peygamber’den sonra ikinci defa olarak onun üç oğlu ile eşlerinden türediler. Nuh, ayrıca gemicilerin piri ve en ustası sayılmaktadır. Şeytan, eşeğin kuyruğuna yapışarak onun gemisine binmişmiş.
SÜLEYMAN :
Davud’un oğludur. Gelmiş hükümdar ve Peygamberlerin en zengini, şefaatlisi, en nüfuzlusu sayılır. Doğu-Batı Edebiyatlarında, destanlara, masallara ve birçok efsânelere karışmıştır.
Bu peygamber hükümdar, kuşların, denizdeki ve karadaki bütün hayvanların, bitkilerin, cin ve perilerin dillerinden anlar, onlara hükmederdi. Rüzgâr da O’nun emrinde idi. Süleyman’ın yedi yüz karılı , üçyüz cariyeli muhteşem sarayı, hikmetli sözleri, Hak dinine hizmetleri, kâfirlerle savaşları, mühürlü yüzüğü, Saba Melikesi Belkıs ile macerası, tedbirli veziri Asâf, karınca ile konuşması vs. gibi edebiyata bir çok MAZMUNLAR vermiştir.
Süleyman, âşık olduğu Belkıs’a (Yemen’ de Saba kraliçesi)ünlü haberci kuşu Hüthüt’le bir mektup yollayıp onu kendisiyle evlenmeye davet etti. Hüthütün anlattıklarına ve “İsm-i A’zam” ın birkaç harfini bilen Asâf’ın ilâhi nüfuzuna kapılarak, göz yumup açacak kadar az bir zamanda Rüzgâr’ın yardımı ile hava üstünde uçan tahta binerek Kudüs’e geldi. Süleyman onu imana , Hak dinine kavuşturdu ve nikâhına aldı.
Süleyman bir karınca ile konuşacak kadar alçak gönüllü sultandı. Bu iyiliğinin karşılığını bir çok defa gördü. Meselâ, bir savaşta bütün askeriyle birlikte aç kalmıştı. “Karıncalar Beyi”, ona öyle bir çekirge budu verdi ki bunun yarısı Süleyman’ın askerlerini doyurdu.
Süleyman’ın üzerinde “İsm-i Celâl” yazılı olan yüzük şeklindeki mühür’ü de meşhurdur. Bütün kudret ve azameti ordan gelir. Bir gün yıkanırken, o yüzüğü parmağından çıkarıp karısına vermişti. Yüzüğün değerini bilen bir dev, Süleyman’ın biçimine girerek, mühürü karısından aldı. Bu dev, bir sure Süleyman gibi hükmetti ise de Peygamber büyük sıkıntılardan sonra tekrar mührüne kavuştu.
YAKUB :
“Tanrıkulu” anlamına “İsrail” adını alan ilk Peygamberdir. Onun soyundan (12 oğlundan) gelenlere İsrail Oğulları(Beniisrail)denmiştir. Onbir oğlunun, küçük kardeşleri Yusuf’u kıskanıp bir kuyuya atmaları ve ölüm haberini getirmeleri üzerine gözleri kör olmuştu. Sonra, Yusuf O’ na gömleğini gönderince gözleri açıldı. Yakub edebiyata, oğul hasreti çeken dertli babanın sembolü olarak geçmiştir.
YUSUF :
Edebiyatta erkek güzeli timsali olan Yusuf, Yakub’un oğludur. Kardeşleri tarafından kıskanılıp kuyuya atılması, bir kervanla Mısır’a götürülüp satılması, Mısır Aziz’i (veziri) nin karısı Züleyha (Zeliha)nın ona âşık olması ve aşkına karşılık görmeyince yedi yıl zindana attırması; Yusuf’un meşhur rüyâ yorumu, sonra Mısır’a “aziz” olması… Kıtlık sırasında İsrailoğullarını Mısır’a getirtip yerleştirmesi ve bilhassa güzelliği, bir çok hikâyelere ve MAZMUNLARA konu olmuştur.
AB-I HAYAT :
Türkçesi “bengisu” olan ve divanlarda “âb-ı bekâ, âb-ı cavidan, çeşme-i hayvan” adları ile de geçen “ölmezlik” suyudur. İçenler ebedî diriliğe kavuşurmuş. Kaynağı cennet olan ve zulûmat (karanlıklar) ülkesinde bulunan bu masal suyundan, bugüne kadar sadece Hızır ve İlyas içmişlerdir. Hızır, şimdi karada, İlyas’ da denizde bunalan, karda ve fırtınada kalanlara yardım ederlermiş. İskender’de âb-ı hayâtı Hızırla birlikte aramaya çıkmış ama zulümâtta(bilinmezlik ülkesinde) birbirlerini kaybettikleri için İskender, bu sudan içememiştir. Bu Yüce Mevlâ’ nın takdiridir.
Eski Avrupa şiirlerinde de (gençlik suyu) diye geçer. Bu cennet suyu, altın ve elmaslar arasından akarmış. Divan şiirinde sevgilinin saçları karanlıklar ülkesine, ölmezlik(hayat) veren dudakları da bengisuyun kaynağına benzetilir. Halk inanışına gore Köroğlu ve Kırat’ı da Bingöllerde bu sudan içerek ebedî hayata ermişlerdir.
AD ve SEMÛD :
Birincisi Yemen’de, İkincisi Hicaz’la Şam arasında yaşıyan iki günahkâr kavimdir. Gönderilen Peygamberlerle alay ettikleri ve Yüce Mevlâ’ya üstünlük iddiasında bulundukları için şiddetli rüzgâr ile mahvedilmişlerdir.
ANKA(SİMURG):
Boynu çok uzun, yüzü insana benzer, güzel tüylerinde her yaratıktan bir nişan bulunur, Kaf Dağı’nda yaşar bir masal kuşu imiş. Üstünde 30 kuşun alâmetleri olduğundan buna Farsça SİMURG da denir.
Yüksekten uçar ve hiç yere konmaz olan bu kuş, hayvanları ve çocukları kapıp batıya götürdüğü için bir Peygamber ona karılmış. Bu yüzden, yıldırım çarparak soyu mahvedilmiş. Türk Masallarında Zümrüd-ü Anka kuşu diye geçer.
ASHAB-I KEHF :
Bunlara “yedi uyurlar” da denir. Allah’a inandıkları için Dekyanus adlı putperest hükümdarın kahrına uğrayan yedi kişi, kaçıp bir mağaraya sığınmışlar. Orada 300 yıl uyumuşlar ve sonunda uyanmışlar. Mekselina, Meslina, Mernuş, Debernuş ve kefeştetayyuş adlarını taşıyan ashab-I kehf’in kıtmir adlı bir de köpekleri vardır. Anadolu’da bir çok Ashab-ı Kehf mağarası gösterilmektedir. Başlıcaları : Efes’te, Tarsus’ta, Elbistan’da, Maraş’ta dır.
BÂBİL :
Doğu ve batı edebiyatlarında bir çok MAZMUNLARLA görülür. Eski çağların en bayındır ve büyük (Keldanî) başkenti olan BABİL’İN SURLARI, üstünden dörtbeş araba yanyana geçecek kadar genişmiş. Evlerin damları üzerinde yetişen asma bahçeleri, ilk çağın YEDİ HARİKASI’ndan biri sayılır. Bâbil harabeleri, bugün Aşağı Irak’ta, Hille şehri yakınındadır.
Fen, büyücülük ve yıldız bakıcılığı bu şehirde pek ilerlemiş. Orada bir kuyu(çah-ı Bâbil) varmış ki Harut ve Marut adlı melekler içinde asılı imişler. İbrahim Peygamber’i ateşe attıran Nemrut bir Bâbil hükümdarıdır. Dillerin ayrılmasına sebep olan BÂBİL KULESİ de burada yapılmıştır.
BEDAHŞ(Bedahşan) :
Horasan Hindistan arası bir şehirdir. Yakut’un en değerli ve en parlak kırmızı cinsi olan la’l burada çıkar. La’l, sevgilinin dudağına benzetilir.
CALİNUS (Galenos):
Bokrat (Hippokrates) gibi eski büyük hekimler ve Süleyman Peygamber’in hekimi olduğu söylenen LOKMAN, edebiyatta hâzik hekim timsalleridir.
CEMŞİD(Cem):
Grek mitologyasındaki Dioniysos (Baküs)u andıran zevk, safâ, içki ve eğlence timsalidir. Eski bir Hind Tanrısı veya İranlıların ilk (Piştadiyân)sülâlesinden efsaneleşmiş bir hükümdardır.
Esatirdeki asıl yeri, şarabı icad eden hükümdar olmasıdır. Cemşid efsânesi şöyledir :
Cemşid birgün altın tahtına oturmuş, ok yarışmalarını seyrederken boynuna yılan dolanmış olan bir kuşun uçtuğunu görür. Kuşa dokunmamak şartıyla yılanı vurmalarını okçularına emreder. Canı kurtulan kuş biraz sonra Çemşîd’in tahtı önüne gelir ve kimsenin bilmediği daneli bir salkımı minnettarlık hediyesi gibi bırakıp gider.
Çemşid bu daneleri yere ektirir, üzüm asması biter ve meyve verir. Üzümü bir küpe sıkarlar ve ağzını kapatırlar ve orada unuturlar. Hükümdar birgün hatırlar, istetir, tadına bakar ki fazla kekre… Bunu zehir sanır ve düşmanlara verilmek üzere saklanmasını emreder.
Cemşid’in pek sevgili ve çok güzel bir cariyesi varmış. Bu kız, şiddetli baş ağrıları çekermiş. Bir gün artık yaşamaktan usanarak intihar etmeye karar verir ve küpteki “zehir” den bardak bardak içer. Üstüne bir gariplik çöker, sızar ve rahatlar.Kendine geldiği zaman ağrı ve sızıların geçtiğini hayretle görür.
Vakayı işiterek çok sevinen Cemşid, üzüm suyundan olan şaraba “şâh-dârû”(baş ilâç)adını verir. O günden beri üzümden bolca şarap çeker ve içip eğlenirlermiş.
Edebiyatta Cemşid(Cem)daha çok “câm-ı cem,bezm-i cem” MAZMUNLARIYLA, bir de eğlence, şatafat ve bahar şenlikleri dolayısıyla geçer. Çünkü güneşin “hamel burcu” na geçişini, yani bahar başlangıcı olan mart dokuzunu YILBAŞI(NEVRUZ)BAYRAMI olarak ilk defa kutlatan da Cemşid’dir. Adalet, gösteriş, süs, ziynet eşyası, kokulu bitkiler hep O’na mahsus şeylerdir. Cemşid, Dehhak tarafından öldürülmüştür.
EDHEM :
Tasavvufta ermişlik ve feragat timsalidir. Kendisi Belh Sultanı iken bir gün ceylan avında, karga tarafından beslenen eli kolu bağlı bir adam gördü. Allah’ın her yerde rızk vericiliğine inandı. Bunun üzerine çul ve külah giyip bir mağaraya, ibadete çekildi. Büyük velilerden oldu.
ELEST MECLİSİ, ELEST GÜNÜ :
Elest günü(Ruz-i Elest) ve Elest Meclisi(Bezm-i Elest), tasavvufta, dinde ve edebiyatta Allah’ın kâinatı yarattığı veya (OL) dediği; insan ruhlarını meydana getirdiği(kendinden ayırıp insan kalıplarına yolladığı)gün veya toplantı olarak bir çok MAZMUN VE MECAZLARA karışmaktadır. Allah o gün (elest günü) ruhlara (ELESTİ Bİ RABBİKÜM=Sizin Rabb’iniz değil miyim?)diye sordu. Onlarda ( KALUBELA=Ezelden beri)cevabını verdiler.
FERİDUN :
Cemşid’in torunu, efsaneleşmiş bir İran hükümdarı olup iyilik ve adalet timsalidir. (Nuşiveran da adalet timsalidir) Cemşid, ömrünün sonuna doğru Allah’lık davasına kalkınca halkın nefretine uğramış Arap kavminden DEHHAK da onu öldürerek İran Padişahı olmuştu.
Ancak, Şeytan, bir gün Dehhak’ın sırtını öpünce iki omuzunda iki yılan başı peydahlanmıştı. Sonra yine Şeytan, hekim kılığında gelerek, bu yılanlara her gün iki delikanlı beyni yedirilmezse hastanın iyileşmeyeceğini söyledi. Dehhak, onun dediklerini yapınca, büyük bir zulüm aldı yürüdü. Beyni yenilme sırası Gâve adlı bir demircinin oğluna gelince… Gâve, önlüğünü örsüne asarak isyan bayrağı açtı. Halkı ardına topladı. Dehhak öldürüldü. Yerine de ortalığı düzene koyan ve büyük adaletiyle ün salan Feridun geçti.
FİRAVUN :
(Özellikle Musa’ya zulüm eden Mısır hükümdarı.)Haman: (Firavun’un veziri, göklere uçan bir taht yaptırıp Mevlâ’ya kasdetmek istemişti)ve Hülâgû (Cengiz torunlarından)gibi yarı tarihi, yarı efsâneli kişiler, zulüm, kötülük, vahşilik timsalleri arasındadır.
SES ve BÜLBÜL(Gülce Edebiyat Şairlerince eklenmiştir.):
Derler ki:
Bülbül, sabah rüzgârı (saba-seher yeli) ile gülün yanına gider ve başlar güzel sesi ile onu övmeye ve ona olan aşkını dile getirmeye. Gül de ona karşılık vererek yavaş yavaş uyanarak gülümsemeye (açmaya) başlar. Bülbülün sabahları çok ötmesinin nedeni herhalde aşkına az da olsa bu gülümsemeyle karşılık bulmasıdır.
Bülbül güzel sesi ile aşkı en güzel şekilde anlattığı için, insanlar bundan faydalanmak istemiş ve tuzağa düşürülen çılgın âşık (bulbul)kendisini demir parmaklıklar arasında buluvermiştir. Daha önce sevgilisinin az yüz vermesine bir de bu ayrılık eklenince(bizim sevdalı bulbul) kafeste daha dertli ve güzel ötmeye başlamıştır.
Bizim güle kara sevdalı bulbul, ne çekmişse dilinden çekmiştir. “Ah vatanım, vah vatanım!” diyerek ötmesinin altında sevgilisinden ayrı olması yatmaktadır.
Bütün büyük aşklar gibi, gül ile bülbülün aşkı da birbirine kavuşamadan bu fani dünyada ayrı olarak noktalanır. Tıpkı Mecnun’un Leylâ’ya, Kerem’in Aslı’ya, Ferhat’ın Şirin’e kavuşamayıp aşk ateşleri içinde ölmeleri gibi. Gül, güzel ve çekici olmasına rağmen çok çabuk solar ve ölür. Aşık da çok çile çektiği için hayatın tadını alamadan ömrü çabucak geçer.
Evet, GÜLCE ve Gülcecilere gore bulbul, rahmetli AKİF’ in Safahat’ında “VATAN İÇİN YANAN BÜLBÜLDÜR.”
Bülbülün kendisi kadar yüreği ve sesi de çok önemlidir.
Bülbül sesi kadar, ŞİİRDE SES DE GÜLCE İÇİN ÇOK ÖNEMLİDİR. Bülbül sesi kadar, gül kadar güzel olmalı Gülce Şiirlerimiz… Bu sebeple, seslerin âhengi şiiri şiir yapan en önemli unsurdur. Bilâl-i Habeşî , o güzel sesiyle ilk Ezanı nasıl okuduysa ve o ses asırlardır aynı güzellikte kulaklarımızdan ruhlarımıza nasıl günde beş kez hitab ediyorsa, şiirimiz de aynı mübârek sesleniş güzelliğini taşımalıdır. Gülce Edebiyat, şiirin geometrisinde sese çok önem veren bir edebiyat akımıdır. Sabah gülümsemesinde bir gonca gülü seyreden bülbülün sesini Gülce şiirinin seher yeline salıvermek Gülceci her şairin görevidir.
Sesler, harfler-kelimeler ve cümlelerden oluşur. Şiirde kelimeler nesirdekinin aksine bahar duruşludurlar. Şair söylemi veya şiir dili, her şairin tarz-üslup ve söylemi olarak ortaya çıkarsa da işin esası bülbülün yürek sesidir.
HÂRÛT ve MÂRÛT :
“Bu iki melek, insanların yerdeki kötülüklerini görür iğrenirlermiş. Bunu Mevlâ’ya anlatmışlar. Yüce Mevlâ : (Eğer insan oğullarına verdiğim şehvet hırsını size verseydim, siz daha beter olurdunuz!)demiş. Melekler, öyle olmayacağını söyleyince, Allah da onlara şehvet verip Bâbil’e indirmiş.
Bunlar, Bâbil’de kadılık ederken, kendilerine başvuran çok güzel bir kadına tutulup vuslatını talep etmişler. Buna karşı kadın :
-“Ya kocamı öldürürseniz, ya puta taparsanız, ya da şarap içerseniz… Bu üç şartla istediğiniz “olur” demiş.
Teklifler içinde en ehven olarak şarap içmeyi gören melekler içip sarhoş olmuşlar. Kadın onların sarhoşluğundan istifade ile, her gece göğe çıkmak için okudukları “ism-i a’zam”(Allah’ın en büyük adı)duasını sormuş. Öğrenip okumuş ve göğe ağmış. Allah onu zühre yıldızı haline sokmuş.(Zühre, Afrodit’in doğu esâtirindeki benzeridir) Hârût ve Mârût’a da (Dünya veya ahret azaplarından birini seçmelerini) buyurmuş.
Melekler, dünya azabını seçince, ayaklarından asılı olarak Bâbil Kuyusu’na (Çâh-i Bâbül) kapatılmışlar. Kıyamete kadar, o işkenceyi çekecekler ve bir türlü suya kavuşamayacaklardır.
Hârût’la Mârût, aynı zamanda büyü, sihir ustalarıdır. Kuyu başına gelenler, onlardan fitne ve büyü öğrenirler. Sevgilinin bakışı, gamzesi, gözü hep bu sihir ve fitne MAZMUNLARINA bağlanır.(Bu efsâne Faust hikâyesini biraz andırmaktadır.)(Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf:272)
HIZIR
Karanlıklar ülkesinde, Allah’ın emriyle Ab-I Hayat’ı bulup içtiği için ölmezliğe kavuşmuş bir hükümdar, bir ilâh, ya da ermiştir. Musa ve İskender ile O’ nun arasında yakınlıklar kurulur. İskender’e kılavuz Musa’ya akıl ve hikmet yoldaşı sayılır. Aynı zamanda bengisuyu içmiş olan ve deniz kazazedelerini koruyan İlyas’ın arkadaşıdır.
Halkımız Hızır’ı BENLİ BOZ isimli atına binmiş, mübârek bir ihtiyar olarak tasarlar. Darda kalanlara, yoksullara, yetim ve dullara iyilik, zenginlik, bereket getireceğine inanılır. Avrupa taklitçiliğinin getirdiği NOEL BABA, din, milliyet ve geleneğimize aykırı, zararlı bir masaldır. Türk töresinde Hızır’ın üstün ve sevimli bir yeri olduğuna gore çocuklarımıza o çam katili, eski putperest ilâhını tanıtacak yerde Hızır aleyhisselâmı sevdirip benimsetmekte, millî manevî büyük faydalar vardır.
Hızır kelimesi aynı zamanda yeşillik anlamına gelir. Ayağını bastığı her yerin yeşil çimenlerle dolu, verimli olduğuna ve elini dokunduğu her şeyin bereketlendiğine inanılır. Türklerin BAHAR BAYRAMI da HIZIR VE İLYAS adlarının karışımı olarak HIDIRELLEZ adını taşımaktadır. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf: 272-273)
HÜMÂ (Dvelet Kuşu) :
Kaf Dağında veya Kıpçak Çölünde, Çin ülkesi yakınında bulunan boz renkli, ayaksız bir kuşmuş. Yere inmez, yücelerden uçarmış. Gölgesi her kimin başına düşerse o hükümdar olurmuş. Bunun için DEVLET KUŞU, yani mutluluk getiren kuş diye anılır.
İREM(Bağ-ı İrem):
Yemen’de Ad kavmi krallarından ŞEDDÂD’ın yaptırdığı bir bahçedir. Cennetten daha güzel olmak iddiası ile yapılan İrem Bağı ve köşkleri Allah’ın gazâbını çekmiştir. Cebrailin bir haykırışı orayı içindekilerle beraber mahvetmiştir. Dilimizdeki Şeddadî Bina (Çok büyük)sözü bu Şeddad’dan gelmektedir.
İSKENDER :
Edebiyatımızda iki İskender vardır. Biri Kur’an ‘ da geçen bir Peygamber veya ermiştir. İskender-i Zülkarneyn diye anılanı Hızırla âb-ı hayat’ ı arayıp bulamayan Kâbe’de İbrahim Peygamber’le görüşmüş olan imanlı hükümdardır.
Öbür İskender ise, İran Hükümdarı Dârâ’yı yenmiş olan Makedonyalı Büyük İskender’dir. Kudret, saltanat, cihangirlik, haşmet timsalidir.
Ancak;
ŞİİR MAZMUNLARINDA bu iki İskender birbirine karıştırılmıştır.
AYİNE-İ İSKENDER: Aristo’nun yaptığı söylenen ve görünmezleri gösteren bir aynadır. İskenderiye’ de bir tepe üstüne konulan bu ayna, yüz mil açıktaki gemileri bile gösterirmiş. Bu aynaya akseden güneş ışığı ile gemiler ateşe verilirmiş. Sonradan çalınıp denize atılmış.
SED-Dİ İSKENDER: İskender’in Yecüc Mecüc milletine karşı yaptırdığı bir sed(sur, duvar)dır. Bu seddin ya ÇİN SEDDİ ya da KAFKAS SIRADAĞLARI olduğu sanımaktadır.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf:273)
Evet;
GÜLCE EDEBİYAT AKIMI da, tarihteki Makedonyalı Büyük İskender hakkında, tarihi yanılgılara dikkat çekmekte; bahsi geçen Makedonyalı İskender’in kasten veya bilmeden Türk Destanları’na sokulduğunu ileri sürmektedir. Makedonyalı İskender’den çok çok zaman öncesini taşıyan, Milattan önceki dönemlere dayanan Türk Destanları(Şu, Bozkurt, Oğuz Kağan)na biraz da İran milliyetçisi Firdevsi’ nin zorlamaları ile bu Makedonyalı İskender’in sokulmuş olabileceğini düşünmekteyiz. Çünkü arada, çok büyük zaman farkı vardır.
Evet;
ÇİN SEDDİ, bizim MİLLİ EDEBİYATIMIZ olan GÜLCE için, bir MAZMUN’dur. Çünkü, uzaydan görünen bu SED, TÜRK AKINCILARININ, Kürşad’ların korkusundan inşaa edilmiştir. BATI TÜRKİSTAN ‘ ın ÖZGÜRLÜK DAVASI, Gülce’ nin de davasıdır. Osman Baturların bayrağının inmeyeceğini Gülce Çin Seddi mazmunuyla da dile getirmektedir.
İSTİĞNÂ :
Yüce Mevlâ güzelliğinin bir vasfıdır. Mutlak olan bu güzellik , kulların iltifatına muhtaç olmadığı için onlara “aldırmaz”. Istiğnâ, dünyanın mal, servet, zevk ve cefasına aldırmamak, onlardan ötürü sevinip üzülmemek bakımından bir olgunluk vasfı sayılmaktadır.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e. Syf:274)
KAARUN :
Musa Peygamber’in gösterdiği ilm-i kimya ile çok zengin olmuş biridir. O kadar ki, hazinelerinin anahtarlarını ancak 40 kişi taşıyabilirmiş. Buna rağmen Musa’ nın istediği öşrü(vergiyi) vermeyince Allah’ın gazabını çekmiş. Musa, O’na ilenince yer, O’nu çekmeye başlamış . Dizlerine kadar toprağa batmış… Korkudan öşrü vereceğini söyleyince Musa O’ nu dua ile kurtarmış. Fakat, Kaarun sözünde durmamış. Bu sefer beline kadar batmış. Yine vermeyince, once bütün malları, sonra da kendisi toprağa gömülmüş.
Batı kültüründeki Krezüs’ü adı ve serveti ile hatırlatan Kaarun, hasis ve pinti zenginlerin timsalidir. O’na karşılık bir Arap zengini ve şairi olan ve Peygamber zamanına kadar yaşayan Hâtem (Hâtem-i Tâi)ise hem büyük zenginlik, hem de cömertlik, hayır, hanedanlık örneğidir.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e., syf:274)
KAKNÛS :
Musikiyi icad ettiğine inanılan bir çeşid yabani masal kuğusudur. Gagasında 360 delik bulunan bu kuş, yüce dağlarda, rüzgar estikçe türlü güzel nağmeler çıkarırmış. Bu güzel sesleri dinlemek için yanına toplanan kuşları avlayıp yermiş. 1000 yıl ömrü olan Kaknus, ölüm vakti gelince çalı çırpı toplar, kanadını şiddetle çırpıp onları tutuşturur ve kendini içine atar yanarmış. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syaf:274)
NERGİS(Narsis) :
Grek mitologyasından doğuya geçen bir mitosa dayanır. Narsis, bir peri ile bir ırmaktan doğma çok güzel bir delikanlıdır. Bütün peri ve insan kızları ona âşıktır, hattâ YANKI adlı bir peri onun derdinden ölmüş yalnız sesi kalmıştır. Delikanlı, aşkı bilmediği ve kendi güzelliğinin farkında olmadığı için bu kızların duygularına cevap vermez. Kızlar O’nu Yaradan’a şikâyet ederler. Yaradan da Narsis’i şöyle cezalandırmış :
Delikanlı bir ırmak kıyısından geçerken, suyun aynasında güzel çehresini görüp, ona âşık olur ve kucaklamak için nehre atılıp boğulur. Kendi ölür gider onun yerinde bir ÇİÇEK çıkar.
İşte bu çiçek NERGİS’tir. Tek ve açık bir gözü andıran bu çiçek, kıyamete kadar hasret içinde kalacak ve güzellere hayran hayran bakacaktır. Bu yüzden Nergis, hasretli, hayran ve baygın göze denir. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf: 274)
PİR-İ MUGAN :
Eski İran dinlerinden olan Zerdüştlük’te Mug (yahut) Mecusî, ateşe tapanların rahiplerine verilen ünvandır. Pir-i Mugan ise onların en başı, yaşlısıdır. Divan şiirinde Tasavvuf terimi olarak veya geniş anlamda: MÜRŞİD, İNSAN-I KÂMİL, gerçeklerin gönül ve sevgi yoluyla çözülebileceğini kavramış kimse, ALLAH AŞKI(ŞARAP)sunucu gibi MAZMUNLAR için de kullanılır.(Kabaklı, Ahmet, a.g.e; Syf:275)
-----------------------------------DEVAMI VAR-----------------------------------