13/11/2014, 02:42
ŞİİRİN DİLİ (2)
Mustafa CEYLAN
*************
Şiirimin dilini tutturabilsem, yani kendime ait bir şiir dili tarzı ortaya koyabilsem, milli piyango vurmuş kadar mutlu olurum. Ama nafile... Senelerce "yerinde say" komutuyla, eskilerin, edebiyat tarihimizde iz bırakmış, kök salmış ozanların dilini dilime dil yapmışım, onları tapşırmışım da hiç "ben" olamamışım, ona yanarım.
Şair, hengi izden, hangi yoldan yürüyorsa, o yolu üstüne giyiniyor demektir. Şiirinin dili de o yolun özelliklerini taşır. Halâ (Bu vatan toprağın kara bağrında/Sıra dağlar gibi duranlarındır)veya (Lâmbada titreyen alev üşüyor) veya (vurgun sayılır) söyleminden dilimi kurtarıp, kendime ait bir yol çizememişim, şiirime dil bulamamışım. Başkalarının, benden öncekilerin gittiği yolu bilmem, onların tekniğinden faydalanmam lâzımdı, ama, onları taklid eden, tekrarcı soğuk, şekilsiz karton ve acemi çaylak borazancıbaşı olacağıma, kendimce yepyeni, bana ait, her şeyiyle benim olan bir yol bulup, oradan yürüyüşüme devam etmeliydim ki işte o zaman şiirimin dilsiz dili dil olur beni alkışlarla göğe çıkarırdı.
Üstadların gittiği yolda, hangi teknikleri kullanmışlar, çamurda, yağmurda, karda ne gibi tedbirler almışlar bunlara bakacağım yere, onların gölgesi olup çıkmışım da haberim yokmuş. Kendimi şiir yazıyor sanıyordum. Ne zaman ki, şiirim, kendi çatısından bir "dil kiremiti" yapıştırdı suratıma , işte o zaman, (eyvaahhh!!!) dedim ama, çok geç kalmıştım... Benim bu aymazlığımı yaşayan ve kendini şiir aynalarında şair sanan o kadar "şaircikler" var ki, onlara evet onlara baktıkça kendimi görmekteyim ve üzülmekteyim.
Şiirimin bana ait dili olabilmesi için, çok okumalıydım. Kelime hazinem çok önemliydi. Fakir ve yoksul bir kelime hazinesi ile tekrar eden, yerinde sayan, plastiğe dilini sürten bir şiir dilinden başkası ortaya konulamaz. Ve tabii ki imlâ kuralları, edebî sanatlar... Bunlar, evet bunlar da sandıklara gizlenmiş hazinelerdi, açmalıydım kapaklarını...
Dediğim gibi iki önemli hastalığım vardı. Birisi TEKRAR ve ötekisi BAŞKASINA BENZEMEK...ÖZELLİKLE HECE ŞİİRİNDE "kafiyenin mecburi istikamet levhası" nın yönlendirmesiyle bu iki hastalık her zaman beni "şiir öksürüğüne boğmaktaydı. En iyisi mi Üstadımızın "şiir kontrol hapı" nı içmekti. Sanki başka çarem vardı?
Önce, TEKRAR dan kurtulma gayretine giriştim. Öksürük ilâcım bitmeye yüz tuttuğunda eczacı Rüstem'e gidip, ne yapıp edip, hiç bulamazsam muadili öksürük ilâcı alıyordum ama, şiirimin diline pelesenk olmuş bazı kelimelerden kurtulmak için, muadilini bulup çıkarmalıydım. Hem de yaşayan Türkçe'den. En çok da "ben-sen" , "al-gül-bel" den kurtulmalıydım.
Bilgisayara aktardığım, word dosyası yaptığım bütün şiirlerimi taradım, (ben-sen) , (al-gül-bel) nerede ne varsa hepsini tespit edip silmeye, değiştirmeye çalışıyordum. Zor ve yorucu işte, ama doğrusu değdi de. Sonra, "BENİM KALEMİM" DİYECEĞİME sadece KALEMİM demeliydim ve buradaki son (m) harfi zaten BENİM sözünü ifade ediyordu. Böylece şiirimin dilini arıtıyor ve kendimi tekrardan kurtulmaya başlıyordum. En çok hangi harf ve en çok hangi kelimeyi kullandı isem, onu (BUL) diyerek yeniden imar ve inşaa ediyor, yeniden düzenliyordum.
Bir şiirde bir kelimeyi mümkün olduğunca bir kere kullanmaya azami dikkat ederek, kendimi TEKRAR' dan sıyrılmaya başlamıştım.
Geriye, BAŞKASINA BENZEMEK negatifliğinden kurtulmak kalmıştı. Sevda denildiğinde KARACOĞLAN, HALİL SOYUER, CEMAL SAFİ önümde duran dağ zirveleriydi. Hecemin mimarisinde onların ses tonlarının rengi bile vardı ve ben onlarsız şiir yazamayacağımı, onların sesi olmazsa sudan çıkmış balığa döneceğimi sanıyordum. Önce, o, önümdeki dağ zirvesi şairlerin bazı önemli SÖYLEM' lerine dair bir "not defteri" tuttum. Sonra, onların kulllandığı kafiye ve uyakların bir listesini yaptım. Word dosyaına (BUL) deyip, onların söylemine benzeyen ne kadar söylemim varsa hepsini yeniden ele alıp, şiirimin dilini ortaya koymaya çalıştım. İliklenmiş düğmelerin çözem Elif Elif diyen Karacoğlan ile Salkım saçak olan bulut, saçın çözün benim için, yaşın yaşın ağlar mısın söylemlerinden kurtulmuş ve dilimin kilidini açmıştım. Kilidin paslarını söküp atmıştım.
Yola düşen gül oldum, oldum da, kendi yolumda kendimle yoldaş oluverdim. İşte, şimdi dilim dillenmiş; yeni, canlı, diri ve hiç kimseye benzemeyen dilim vardı. Ohhh be bu ne güzel rahatlık dedim ve arkama yaslandım...
Sonra,
Evet sonra, normal insan dili ile ŞAİRİN DİLİ farklı olmalıydı. Şair, şiirinin diliyle öteki insanlardan farkını orataya koymalıydı. Normal insan, (yağmurdan ıslanmış bir ağaç) derdi, ama şair, (Mavi ağlayan ağaç) demeliydi. Söylenmemişi söylemek yani.
Normal insan, NESİR yazarken
ÖZNE-TÜMLEÇ-YÜKLEM
şeklinde cümlesini kurabilirdi. Ama şair, asla böyle kurmamalıydı.
Şiirin dilinde;
YÜKLEM-TÜMLEÇ-ÖZNE
YÜKLEM-ÖZNE-TÜMLEÇ
ÖZNE-YÜKLEM-TÜMLEÇ
TÜMLEÇ-ÖZNE-YÜKLEM
TÜMLEÇ-YÜKLEM-ÖZNE
Şekillerinde bir dizilişle mısralar kurmalıydı. İşte o zaman şiir dilsizlikten kurtuluyordu.
*
Bu çalışmamızda olayın anlaşılabilmesi için, kendimizden bahsederek olayı karikatürize etmeye çalıştık...
*
Teşekkürler, selamlar, saygılar...
Mustafa CEYLAN
*************
Şiirimin dilini tutturabilsem, yani kendime ait bir şiir dili tarzı ortaya koyabilsem, milli piyango vurmuş kadar mutlu olurum. Ama nafile... Senelerce "yerinde say" komutuyla, eskilerin, edebiyat tarihimizde iz bırakmış, kök salmış ozanların dilini dilime dil yapmışım, onları tapşırmışım da hiç "ben" olamamışım, ona yanarım.
Şair, hengi izden, hangi yoldan yürüyorsa, o yolu üstüne giyiniyor demektir. Şiirinin dili de o yolun özelliklerini taşır. Halâ (Bu vatan toprağın kara bağrında/Sıra dağlar gibi duranlarındır)veya (Lâmbada titreyen alev üşüyor) veya (vurgun sayılır) söyleminden dilimi kurtarıp, kendime ait bir yol çizememişim, şiirime dil bulamamışım. Başkalarının, benden öncekilerin gittiği yolu bilmem, onların tekniğinden faydalanmam lâzımdı, ama, onları taklid eden, tekrarcı soğuk, şekilsiz karton ve acemi çaylak borazancıbaşı olacağıma, kendimce yepyeni, bana ait, her şeyiyle benim olan bir yol bulup, oradan yürüyüşüme devam etmeliydim ki işte o zaman şiirimin dilsiz dili dil olur beni alkışlarla göğe çıkarırdı.
Üstadların gittiği yolda, hangi teknikleri kullanmışlar, çamurda, yağmurda, karda ne gibi tedbirler almışlar bunlara bakacağım yere, onların gölgesi olup çıkmışım da haberim yokmuş. Kendimi şiir yazıyor sanıyordum. Ne zaman ki, şiirim, kendi çatısından bir "dil kiremiti" yapıştırdı suratıma , işte o zaman, (eyvaahhh!!!) dedim ama, çok geç kalmıştım... Benim bu aymazlığımı yaşayan ve kendini şiir aynalarında şair sanan o kadar "şaircikler" var ki, onlara evet onlara baktıkça kendimi görmekteyim ve üzülmekteyim.
Şiirimin bana ait dili olabilmesi için, çok okumalıydım. Kelime hazinem çok önemliydi. Fakir ve yoksul bir kelime hazinesi ile tekrar eden, yerinde sayan, plastiğe dilini sürten bir şiir dilinden başkası ortaya konulamaz. Ve tabii ki imlâ kuralları, edebî sanatlar... Bunlar, evet bunlar da sandıklara gizlenmiş hazinelerdi, açmalıydım kapaklarını...
Dediğim gibi iki önemli hastalığım vardı. Birisi TEKRAR ve ötekisi BAŞKASINA BENZEMEK...ÖZELLİKLE HECE ŞİİRİNDE "kafiyenin mecburi istikamet levhası" nın yönlendirmesiyle bu iki hastalık her zaman beni "şiir öksürüğüne boğmaktaydı. En iyisi mi Üstadımızın "şiir kontrol hapı" nı içmekti. Sanki başka çarem vardı?
Önce, TEKRAR dan kurtulma gayretine giriştim. Öksürük ilâcım bitmeye yüz tuttuğunda eczacı Rüstem'e gidip, ne yapıp edip, hiç bulamazsam muadili öksürük ilâcı alıyordum ama, şiirimin diline pelesenk olmuş bazı kelimelerden kurtulmak için, muadilini bulup çıkarmalıydım. Hem de yaşayan Türkçe'den. En çok da "ben-sen" , "al-gül-bel" den kurtulmalıydım.
Bilgisayara aktardığım, word dosyası yaptığım bütün şiirlerimi taradım, (ben-sen) , (al-gül-bel) nerede ne varsa hepsini tespit edip silmeye, değiştirmeye çalışıyordum. Zor ve yorucu işte, ama doğrusu değdi de. Sonra, "BENİM KALEMİM" DİYECEĞİME sadece KALEMİM demeliydim ve buradaki son (m) harfi zaten BENİM sözünü ifade ediyordu. Böylece şiirimin dilini arıtıyor ve kendimi tekrardan kurtulmaya başlıyordum. En çok hangi harf ve en çok hangi kelimeyi kullandı isem, onu (BUL) diyerek yeniden imar ve inşaa ediyor, yeniden düzenliyordum.
Bir şiirde bir kelimeyi mümkün olduğunca bir kere kullanmaya azami dikkat ederek, kendimi TEKRAR' dan sıyrılmaya başlamıştım.
Geriye, BAŞKASINA BENZEMEK negatifliğinden kurtulmak kalmıştı. Sevda denildiğinde KARACOĞLAN, HALİL SOYUER, CEMAL SAFİ önümde duran dağ zirveleriydi. Hecemin mimarisinde onların ses tonlarının rengi bile vardı ve ben onlarsız şiir yazamayacağımı, onların sesi olmazsa sudan çıkmış balığa döneceğimi sanıyordum. Önce, o, önümdeki dağ zirvesi şairlerin bazı önemli SÖYLEM' lerine dair bir "not defteri" tuttum. Sonra, onların kulllandığı kafiye ve uyakların bir listesini yaptım. Word dosyaına (BUL) deyip, onların söylemine benzeyen ne kadar söylemim varsa hepsini yeniden ele alıp, şiirimin dilini ortaya koymaya çalıştım. İliklenmiş düğmelerin çözem Elif Elif diyen Karacoğlan ile Salkım saçak olan bulut, saçın çözün benim için, yaşın yaşın ağlar mısın söylemlerinden kurtulmuş ve dilimin kilidini açmıştım. Kilidin paslarını söküp atmıştım.
Yola düşen gül oldum, oldum da, kendi yolumda kendimle yoldaş oluverdim. İşte, şimdi dilim dillenmiş; yeni, canlı, diri ve hiç kimseye benzemeyen dilim vardı. Ohhh be bu ne güzel rahatlık dedim ve arkama yaslandım...
Sonra,
Evet sonra, normal insan dili ile ŞAİRİN DİLİ farklı olmalıydı. Şair, şiirinin diliyle öteki insanlardan farkını orataya koymalıydı. Normal insan, (yağmurdan ıslanmış bir ağaç) derdi, ama şair, (Mavi ağlayan ağaç) demeliydi. Söylenmemişi söylemek yani.
Normal insan, NESİR yazarken
ÖZNE-TÜMLEÇ-YÜKLEM
şeklinde cümlesini kurabilirdi. Ama şair, asla böyle kurmamalıydı.
Şiirin dilinde;
YÜKLEM-TÜMLEÇ-ÖZNE
YÜKLEM-ÖZNE-TÜMLEÇ
ÖZNE-YÜKLEM-TÜMLEÇ
TÜMLEÇ-ÖZNE-YÜKLEM
TÜMLEÇ-YÜKLEM-ÖZNE
Şekillerinde bir dizilişle mısralar kurmalıydı. İşte o zaman şiir dilsizlikten kurtuluyordu.
*
Bu çalışmamızda olayın anlaşılabilmesi için, kendimizden bahsederek olayı karikatürize etmeye çalıştık...
*
Teşekkürler, selamlar, saygılar...