15/06/2018, 14:07
Osman ÖCAL
Bir Yanardağ Fışkırması
1980’li yıllarda görevli olduğum beldede doğu cephesinde kavak ağaçlarının güneş ışınlarını engellediği tavana yakın, kuzey cephesinde bel hizasında kümes pençesi gibi iki küçük penceresi olan bir kahvehane vardı. İçeriye girildiği zaman ilk etapta göz alışıncaya kadar o loş aydınlıkta ve sigara dumanına boğulmuş mekânda kimlerin olduğu fark edilmezdi. Ancak gürültüden ve sert vurulan okey taşlarının çıkardığı sesin kalabalığından içerisinin dolu olduğunu anlayabilirdin.
Hemen bitişiğinde kapısız bir bölme, yine kümes penceresi gibi küçücük yere yakın bir penceresi bulunan küçük bir oda. Odada çay yapılan küçük bir tezgâh, küçük ahşap eski bir masa bir iki ahşap sandalye, sigara küllüğü, eski bir teyp ve teypte çok zaman takılı bulunan Musa Eroğlu’nun ‘Bir Yanardağ Fışkırması’ adlı kaseti.
Bu küçük odanın özel misafirleri birkaç sandalyelik masa etrafına toplanır, aslan sütünden demlenirken en fazla dinledikleri türkü ‘Bir Yanardağ Fışkırması’ ve ‘Mihriban.’
Loş aydınlıklı bu kahvenin müşterileri özel olmakla beraber diğer kahvelerden hep kalabalık olurdu. Kahvenin sahibi Şevket abi hem çaycı hem garson hem patrondu. Bazen hafta sonları uğrar hem Şevki abinin sohbetinden hem de Bir Yanardağ Fışkırması ve Mihriban’ın Musa Eroğlu’nun sesiyle insan üzerinde bıraktığı etkiden nasibimizi alırdık.
Bir Yanardağ Fışkırması türküsünün sözlerinin kime ait olduğunu adeta beynimize kazımıştık. Yaz tatilinde memlekete döndüğümde sadece kaset satan dükkânların bulunduğu sokağa uğramış ve kaseti edinmiş zaman zaman dinliyordum.
Bir akşam balık avına çıktığımda ırmak kenarında muhabbet eden birkaç hemşerime rastlamıştım. İlerleyen zaman içerisinde kaseti teybe koyunca arkadaşlardan birisi ne istersem vereceğini belirterek ısrarla kaseti kendisine vermemi istemişti.
Öyle bir ortamda kaset karşılığında bir şey talep etmek olamayacağı gibi arkadaşımı kırmak istemediğim gibi kasetten de olmak istemiyordum. Kaseti veremeyeceğimi ama yerine aynı kasetin yenisini alıp vereceğimi söyleyerek bir çözüm yolu buldum. Nitekim daha sonra kasetin yenisini alıp arkadaşa vererek sözümü yerine getirmiştim.
Aradan yıllar geçmişti. Ben genelde on birli koşma türü şiirler yazıyordum. Bazen sekizli, yedili, on dörtlü hece şiirleri yazsam da asla tatmin olmuyordum. Bir arayış içine girmiş ölçü birimine bakmadan Türk edebiyat tarihinde kullanılan nazım türlerini, edebi sanatları tek tek inceliyor nazım türlerine ve içerisinde edebi sanatları da barındıran örnekler vermeye çalışıyordum. Olaya öyle bir dalmıştım ki sürekli hep farklı bir nazım türüyle karşılaşmak istiyor, değişik nazım türleri ile şiir yazmak hoşuma gidiyordu.
Bu arayış içindeyken bir gün karşıma uzun yıllar önce beynime kazıdığım Mustafa Ceylan ismi çıkageldi ve kendimi antoloji com sitesinde Mustafa Ceylan’ın sayfasında buluverdim.
İlk defa gördüğüm nazım türleri vardı sayfada. Zaman zaman uğruyor dikkatle inceleyerek örnekler yazmaya çalışıyordum. Diğer taraftan da acaba isim benzerliğimi yoksa ‘Bir Yanardağ Fışkırması’ bu şaire mi ait diye düşünüyordum.
Yazdığım şiirleri paylaşınca bir şekilde Mustafa Ceylan’la mesaj yoluyla haberleşmemiz söz konusu oldu. Yazılan şiirler üzerine kısa sohbetlerimiz devam ederken Harun Yiğit, Refika Doğan, Yusuf Bozan gibi değerli isimler karşıma çıkıyor ve bu arada da Gülce şekilleniyordu.
Kısa bir süre sonra ise adını beynime kazıtan ‘Bir Yanardağ Fışkırması’ şiirini sayfasında görünce nasıl sevindiğimi anlatamam.
Bu büyük insan bu büyük şair ile artık sanaldan sık sık görüşüyor, diğer Gülce kurucusu arkadaşlarla da istişareler yaparak Gülce’nin yıldızını parlatmaya çalışıyorduk.
Büyük saygı duyduğum araştırmacı yazar şair Mustafa Ceylan ile sanaldan tanışalı birkaç yıl olmuş ama henüz yüz yüze karşılaşma şansımız olmamıştı.
Ocak 2010’da Antalya’da 44. Sanat yılı kutlama programına davet edilmem bu büyük insanla tanışmam için bir fırsat olabilirdi. Uzak demeden kar kış demeden eşimle beraber davete icabet ettik ve kutlama programına katılarak tanışma şansını yakaladık. Ve gerçekten saygıya değer bir kişiliğe sahip olduğunu bu canlı görüşmemizde de tanık olduk.
Türk edebiyatı Türk şiiri adına büyük bir bilgi birikimi ve bu birikimini zaman zaman yazılı anlatıma zaman zaman verdiği konferanslarla sözlü anlatıma hatta videolu anlatıma dönüştüren bu edebiyat gönüllü insanla ilişkimizi devam ettirerek daha sonraki yıllarda gerek Antalya gerek Ankara’da defalarca görüşerek dostluğumuzu ayrılmamak üzere pekiştirdik.
Bu arada dost yürek Sayın Mustafa Ceylan’a daha nice sanat yılları kutlayacak sağlıklı ömürler dilerken değerli şairi henüz tanımadan Musa Eroğlu’nun sazı ve söyleyiş tarzıyla beni mest eden türküsünün sözlerini de kullanarak, o loş mekânda geçirdiğimiz zamanı anılaştırmak adına Gülce-Gülistan türünde kaleme aldığım çalışmamı da eklemek istiyorum.
Saygı ile.
Vay Gönül
Bir zamanlar, derdi dinmez, körkütüktün hey gönül!
Hep sorardın, her gecenden, yağsa gündüz mey gönül.
Kâh zarından, kâh yaşından, cemre düşmez güllere,
Bir çilingir yok ki açsın, sürgülüydün, huy gönül.
Keşmekeşlik sardığından, muzdariptin velhasıl,
Düşlerinden verdiğin pay, hep canımdan say gönül.
Kahrı bitmez merhemin var, kadri olmaz arsızın,
Her sakinin bardağından yandı lebler doy gönül!
Kahvesinden, garsonundan öç alırken meydanın,
Toz köpürten, dar mekândan kopmamıştın bey gönül!
Demli çaylar zevke kaynar, pek sayılmaz kahvane,
Loş karanlık, Şevki bekler, sen düşerdin duy gönül!
İçmeden mey, sarhoşuydun kalbe kispet türkünün,
Ah çekerken, derde kırgın, dinliyordun ney gönül.
‘Bir yanardağ fışkırması
Benim gönlüm deli gönlüm.
Ceylanların hıçkırması
Benim gönlüm deli gönlüm
Dost dağının büyük çığı,
Çiğdemlerin hıçkırığı,
Su köpüğü, gün ışığı
Benim gönlüm, deli gönlüm.’
Kirli bardak doldu artık, çekmeliydin bir yudum,
Şevki bekler, uçlu efsun tüttürürken, çay gönül.
Tuşta parmak, türkü bitmez, tekrarından bıkmadan
Tüm saatler, aynı dilden harcanırken hay gönül!
Bir ozandır, telde tutmuş, Pir Ceylan’ın nabzını,
Bak ne söyler, anla artık, var tez elden yay gönül!
‘Neye yarar çok ile az?
Biraz sevda, biraz da naz
Yunus’ a can, Veysel’ e saz
Benim gönlüm, deli gönlüm.’
Gurbetin zor, bir zalimden, muskasından kop dedim,
Eğle kendin, gonca gülden yâr mı yoktur cay gönül!
Dinledin söz, yol kat ettik çölde kavruk taş gibi,
Sır kokuttun, hasretinden harlı yandın toy gönül.
Sürdü düşler, gün darılgan, ay karanlık, Şevki yok!
Bir kasetten ayrı kalmak, ‘zor’ dedin sen, buy gönül!
Çok direndim, gerçi hakkın, saygı duydum aşkına,
Gözde yaşlar, bıkmadık hiç, dinlemekten bay gönül.
‘Yükseklerde harman olur,
Dertlilere derman olur,
Aşk denince ferman olur
Benim gönlüm, deli gönlüm.
Kanatlanıp göğe uçar,
Kendisinden kendi kaçar,
Hasret hasret çiçek açar
Benim gönlüm, deli gönlüm’
Ben güvendim, sen de sevdin, sevdasından mahrumuz,
Vuslatî der; tek kazancım: Kabre hasret vay gönül!
Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün
08.10.2008
Osman ÖCAL
Bir Yanardağ Fışkırması
1980’li yıllarda görevli olduğum beldede doğu cephesinde kavak ağaçlarının güneş ışınlarını engellediği tavana yakın, kuzey cephesinde bel hizasında kümes pençesi gibi iki küçük penceresi olan bir kahvehane vardı. İçeriye girildiği zaman ilk etapta göz alışıncaya kadar o loş aydınlıkta ve sigara dumanına boğulmuş mekânda kimlerin olduğu fark edilmezdi. Ancak gürültüden ve sert vurulan okey taşlarının çıkardığı sesin kalabalığından içerisinin dolu olduğunu anlayabilirdin.
Hemen bitişiğinde kapısız bir bölme, yine kümes penceresi gibi küçücük yere yakın bir penceresi bulunan küçük bir oda. Odada çay yapılan küçük bir tezgâh, küçük ahşap eski bir masa bir iki ahşap sandalye, sigara küllüğü, eski bir teyp ve teypte çok zaman takılı bulunan Musa Eroğlu’nun ‘Bir Yanardağ Fışkırması’ adlı kaseti.
Bu küçük odanın özel misafirleri birkaç sandalyelik masa etrafına toplanır, aslan sütünden demlenirken en fazla dinledikleri türkü ‘Bir Yanardağ Fışkırması’ ve ‘Mihriban.’
Loş aydınlıklı bu kahvenin müşterileri özel olmakla beraber diğer kahvelerden hep kalabalık olurdu. Kahvenin sahibi Şevket abi hem çaycı hem garson hem patrondu. Bazen hafta sonları uğrar hem Şevki abinin sohbetinden hem de Bir Yanardağ Fışkırması ve Mihriban’ın Musa Eroğlu’nun sesiyle insan üzerinde bıraktığı etkiden nasibimizi alırdık.
Bir Yanardağ Fışkırması türküsünün sözlerinin kime ait olduğunu adeta beynimize kazımıştık. Yaz tatilinde memlekete döndüğümde sadece kaset satan dükkânların bulunduğu sokağa uğramış ve kaseti edinmiş zaman zaman dinliyordum.
Bir akşam balık avına çıktığımda ırmak kenarında muhabbet eden birkaç hemşerime rastlamıştım. İlerleyen zaman içerisinde kaseti teybe koyunca arkadaşlardan birisi ne istersem vereceğini belirterek ısrarla kaseti kendisine vermemi istemişti.
Öyle bir ortamda kaset karşılığında bir şey talep etmek olamayacağı gibi arkadaşımı kırmak istemediğim gibi kasetten de olmak istemiyordum. Kaseti veremeyeceğimi ama yerine aynı kasetin yenisini alıp vereceğimi söyleyerek bir çözüm yolu buldum. Nitekim daha sonra kasetin yenisini alıp arkadaşa vererek sözümü yerine getirmiştim.
Aradan yıllar geçmişti. Ben genelde on birli koşma türü şiirler yazıyordum. Bazen sekizli, yedili, on dörtlü hece şiirleri yazsam da asla tatmin olmuyordum. Bir arayış içine girmiş ölçü birimine bakmadan Türk edebiyat tarihinde kullanılan nazım türlerini, edebi sanatları tek tek inceliyor nazım türlerine ve içerisinde edebi sanatları da barındıran örnekler vermeye çalışıyordum. Olaya öyle bir dalmıştım ki sürekli hep farklı bir nazım türüyle karşılaşmak istiyor, değişik nazım türleri ile şiir yazmak hoşuma gidiyordu.
Bu arayış içindeyken bir gün karşıma uzun yıllar önce beynime kazıdığım Mustafa Ceylan ismi çıkageldi ve kendimi antoloji com sitesinde Mustafa Ceylan’ın sayfasında buluverdim.
İlk defa gördüğüm nazım türleri vardı sayfada. Zaman zaman uğruyor dikkatle inceleyerek örnekler yazmaya çalışıyordum. Diğer taraftan da acaba isim benzerliğimi yoksa ‘Bir Yanardağ Fışkırması’ bu şaire mi ait diye düşünüyordum.
Yazdığım şiirleri paylaşınca bir şekilde Mustafa Ceylan’la mesaj yoluyla haberleşmemiz söz konusu oldu. Yazılan şiirler üzerine kısa sohbetlerimiz devam ederken Harun Yiğit, Refika Doğan, Yusuf Bozan gibi değerli isimler karşıma çıkıyor ve bu arada da Gülce şekilleniyordu.
Kısa bir süre sonra ise adını beynime kazıtan ‘Bir Yanardağ Fışkırması’ şiirini sayfasında görünce nasıl sevindiğimi anlatamam.
Bu büyük insan bu büyük şair ile artık sanaldan sık sık görüşüyor, diğer Gülce kurucusu arkadaşlarla da istişareler yaparak Gülce’nin yıldızını parlatmaya çalışıyorduk.
Büyük saygı duyduğum araştırmacı yazar şair Mustafa Ceylan ile sanaldan tanışalı birkaç yıl olmuş ama henüz yüz yüze karşılaşma şansımız olmamıştı.
Ocak 2010’da Antalya’da 44. Sanat yılı kutlama programına davet edilmem bu büyük insanla tanışmam için bir fırsat olabilirdi. Uzak demeden kar kış demeden eşimle beraber davete icabet ettik ve kutlama programına katılarak tanışma şansını yakaladık. Ve gerçekten saygıya değer bir kişiliğe sahip olduğunu bu canlı görüşmemizde de tanık olduk.
Türk edebiyatı Türk şiiri adına büyük bir bilgi birikimi ve bu birikimini zaman zaman yazılı anlatıma zaman zaman verdiği konferanslarla sözlü anlatıma hatta videolu anlatıma dönüştüren bu edebiyat gönüllü insanla ilişkimizi devam ettirerek daha sonraki yıllarda gerek Antalya gerek Ankara’da defalarca görüşerek dostluğumuzu ayrılmamak üzere pekiştirdik.
Bu arada dost yürek Sayın Mustafa Ceylan’a daha nice sanat yılları kutlayacak sağlıklı ömürler dilerken değerli şairi henüz tanımadan Musa Eroğlu’nun sazı ve söyleyiş tarzıyla beni mest eden türküsünün sözlerini de kullanarak, o loş mekânda geçirdiğimiz zamanı anılaştırmak adına Gülce-Gülistan türünde kaleme aldığım çalışmamı da eklemek istiyorum.
Saygı ile.
Vay Gönül
Bir zamanlar, derdi dinmez, körkütüktün hey gönül!
Hep sorardın, her gecenden, yağsa gündüz mey gönül.
Kâh zarından, kâh yaşından, cemre düşmez güllere,
Bir çilingir yok ki açsın, sürgülüydün, huy gönül.
Keşmekeşlik sardığından, muzdariptin velhasıl,
Düşlerinden verdiğin pay, hep canımdan say gönül.
Kahrı bitmez merhemin var, kadri olmaz arsızın,
Her sakinin bardağından yandı lebler doy gönül!
Kahvesinden, garsonundan öç alırken meydanın,
Toz köpürten, dar mekândan kopmamıştın bey gönül!
Demli çaylar zevke kaynar, pek sayılmaz kahvane,
Loş karanlık, Şevki bekler, sen düşerdin duy gönül!
İçmeden mey, sarhoşuydun kalbe kispet türkünün,
Ah çekerken, derde kırgın, dinliyordun ney gönül.
‘Bir yanardağ fışkırması
Benim gönlüm deli gönlüm.
Ceylanların hıçkırması
Benim gönlüm deli gönlüm
Dost dağının büyük çığı,
Çiğdemlerin hıçkırığı,
Su köpüğü, gün ışığı
Benim gönlüm, deli gönlüm.’
Kirli bardak doldu artık, çekmeliydin bir yudum,
Şevki bekler, uçlu efsun tüttürürken, çay gönül.
Tuşta parmak, türkü bitmez, tekrarından bıkmadan
Tüm saatler, aynı dilden harcanırken hay gönül!
Bir ozandır, telde tutmuş, Pir Ceylan’ın nabzını,
Bak ne söyler, anla artık, var tez elden yay gönül!
‘Neye yarar çok ile az?
Biraz sevda, biraz da naz
Yunus’ a can, Veysel’ e saz
Benim gönlüm, deli gönlüm.’
Gurbetin zor, bir zalimden, muskasından kop dedim,
Eğle kendin, gonca gülden yâr mı yoktur cay gönül!
Dinledin söz, yol kat ettik çölde kavruk taş gibi,
Sır kokuttun, hasretinden harlı yandın toy gönül.
Sürdü düşler, gün darılgan, ay karanlık, Şevki yok!
Bir kasetten ayrı kalmak, ‘zor’ dedin sen, buy gönül!
Çok direndim, gerçi hakkın, saygı duydum aşkına,
Gözde yaşlar, bıkmadık hiç, dinlemekten bay gönül.
‘Yükseklerde harman olur,
Dertlilere derman olur,
Aşk denince ferman olur
Benim gönlüm, deli gönlüm.
Kanatlanıp göğe uçar,
Kendisinden kendi kaçar,
Hasret hasret çiçek açar
Benim gönlüm, deli gönlüm’
Ben güvendim, sen de sevdin, sevdasından mahrumuz,
Vuslatî der; tek kazancım: Kabre hasret vay gönül!
Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün
08.10.2008
Osman ÖCAL