28/01/2015, 14:59
Refika DOĞAN
25 Ocak 2015-Antalya
Bir kaynakta Tasavvuf için şöyle denilmektedir:
“Tasavvuf, Tanrı, evren ve insan ilişkisini bir bütünlük içinde açıklamaya çalışan, insanın tanrısal erdemlere benzemesini amaçlayan dinsel ve felsefi düşüncedir.”
Bir başka kaynakta Tasavvuf:
“Temel İslami ilkelere dayanarak nefsi arıtıp ahlâkı güzelleştirerek dini yaşama ve bu yolla Allah’ a ulaşma düşüncesidir. “ denilmektedir.
Tasavvufun temelinde AŞK vardır. İlâhi gerçeğe ulaşmanın temelinde aşk olmasa, o gerçeğe ulaşma isteği ve düşüncesi de olamaz. Zira Allah’ a yasaklarla, korkularla değil, aşk ile ulaşılabilir ancak.
Mustafa Ceylan şiirlerinde AŞK, iki farklı tanımıyla işlenmektedir. Beşerî ve ilâhi AŞK... Hayat, evren, doğa bütünüyle bir aşk’tır o’ na göre. Çünkü Yaratıcı’ nın yansımasıdır görünenler.
Gülce/Buluşma türünde yazdığı “Aşk Dediğin” şiirinde şöyle der usta şair:
“…
…
Leylim bir gecede ay dolandı ruhuma
Beklediğim yâr gelmedi n'ideyim?
İşittim eşyanın nabzını
Kıvrandı avuçlarımda gökle yer;
Keşfettim en sonunda
Bilinmezin bilinmezini
Her şey aşk imiş meğer...
Kaybettim içimin dehlizinde ben beni
Benimle yok oldu bellediğim aşk
Başladım mı aramaya yeni baştan?
Saat durdu, bulut koştu
Dolandı dağların belini yollar
Ulandı birbirine
Ve yollarda kayıp yolcu ben,
İçim gül bahçesi
Dışım değirmen...
Vardım Yunus dergâhına
Oradaydı
Bizim bahçıvan
Oradaydı ak bakışlı değirmenci baba
Yüzlerinde sımsıcak bir tebessüm
Dediler ki:
Söyle ne ararsın, böyle ser sefil?
Çöz at benliğini birazcık eğil
Ne makam, ne ünvan, ne de şan değil
Aşk dediğin şey:
....................Varoluş sırrına erebilmektir.
....................Kalp gözü açılıp görebilmektir,
Dünya kara zindan, bağrına sarma
Önünde uçurum, dikkat et varma
Kışta kıyamette ağlayıp durma
Aşk dediğin şey
.....................Öfke buzlarını kırabilmektir.
.....................Hoş görü çiçeği derebilmektir.
İlim oku öğren, önce olgunlaş
Bak nasıl zikrediyor, ağaç, böcek, taş?
Aradığın bizde, gel bize yaklaş
Aşk dediğin şey
.....................Dergâha postunu serebilmektir,
.....................Ölmeden kabire girebilmektir.”
Dizelerinde AŞK’ ı, tasavvufi motiflerle ustaca işlediğini görürüz. Mustafa Ceylan’ ın birçok şiirinde Aşk’ ın her halini görmek, okumak mümkün.
Mustafa Ceylan şiirlerinde ilâhi aşk’ tan söz ederken, hasretliği, sevgiliye kavuşma arzu ve umudunu, Eyüp sabrını, Yusuf Kuyusu’ nu, Leylâ ile Mecnun’ u göz ardı edemeyiz. Öyle bir gözü karalık, öyle bir adanmışlık vardır ki O’ nu arayıp bulma, O’ na kavuşma isteğinde; “Davacıyım Kendimden” diyecek… Bırakıp dünyanın parıltılı yaşamını; o kutlu, o mutlu, o çileli yolculuğa çıkacak kadar…
Gülce/Buluşma türünde yazdığı “Davacıyken Kendimden” şiirinde şu dizelerle seslenir:
“Kelebeği ateşlere sürükleyen çark benim
Yumurtlayan, yavrulayan arasında fark benim
Doğum benim, ölüm benim, çekirdeği terk benim
Mahşer günü sırat benim, arasatta yine ben
.................Öyle bir gönül vermişsin ki
.....................Nasıl, nerde olursam olayım
........................Senden seni istemekteyim.
Yakan benim, yıkan benim, suçlu benim, mazlum ben
Karıncayı ezip geçen, acımasız zulüm ben
Bir ninniyim beşiklerde, gözyaşında gülüm ben
Ağıt benim, türkü benim, koçaklama yine ben
.................Öyle bir gönül vermişsin ki
.....................Halden hale girmekteyim
........................Senden seni istemekteyim.
Barış benim, savaş benim, mukavele yine ben
Köle benim, kral benim; ne çekersem dilimden
Şükretmeyen isyankâr ben, kan akan mendilinden
Şehit-şahit, sanık-tanık, savcı, hâkim, hekimim
.................Öyle bir gönül vermişsin ki
.....................Döner döner gelirim kapına
........................Senden seni istemekteyim.
Ne babadan, ne dededen ses almayan sesine
Verseler de şu dünyayı koyarak heybesine
Dikenli tel örgülerde gezip yürümekteyim
Dava benim, hasta benim, her fırında usta ben
.................Öyle bir gönül vermişsin ki
.....................Senden seni istemekteyim,
........................Davacıyken kendimden.”
Mustafa Ceylan şiirlerinde tasavvuf, dinî olduğu kadar millî duyguları da kapsayan oldukça geniş ve ulvî bir alandır. Türkçe sevdası ve Türklük şiarı, onu, Yesevî’ den sonra O’ nu izleyen düşünür ve mutasarrıfların eserlerini bir başka ruh ve gönül derinliğiyle takip etmesine neden olmuştur. Bunların başında gelendir Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre.
Onuncu yüzyıldan itibaren tekkelerin etrafında gelişen tasavvuf düşüncesine ilâveten dinî/tasavvufi halk edebiyatı da doğmuş, bu alanda yazılan şiirler hem divan hem de halk edebiyatı şairlerince yazılmıştır.
Eldeki kaynaklar, tasavvuf içerikli ilk şiirin, Batı Türkistan’ da Ahmet Yesevî tarafından yazıldığını… Yesevî ile başlayan bu hareketin, daha sonra O’ nun dervişlerince Anadolu’ ya yayıldığını…
Yesevî’ nin yolundan giden Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Seyit Nesimî, Kaygusuz Abdal, Eşrefoğlu Rumî, Hacı Bayram-ı Velî, Aziz Mahmut Hüdayî, Pîr Sultan Abdal, Niyaz-i Mısrî, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi mutasavvıfların eserlerinde bu düşünceyi işlediklerini yazar. Temel kaynağı İslam dini ve tasavvuf olan bu edebiyat; dil, vezin, nazım şekli gibi dış unsurlarda ekseriya millî ruhu yansıtmaya çalışmış, sanatsal kaygıyı ikinci planda tutmuştur. Tasavvuf düşüncesi ve dinsel değerleri yayma amacının güdülmesi dolayısıyla şiirde Didaktik unsurlar ağır basmıştır. Dinî-Tasavvufi halk şiiri geleneği toplumsal bir görev üstlenerek halkı aynı düşünce etrafında kenetlemiş, onların hoşgörü içinde bir arada yaşamalarında kilit rol oynamıştır. Bu şiir geleneği aynı zamanda öğreticiliği de esas alarak, genellikle halkın anlayabileceği sade bir Türkçe kullanmıştır. Vezin olarak hem hece (dörtlükler halinde) hem aruzla (beyitler şeklinde) yazılmıştır.
13-14. Yüzyılda yaşanan Moğol İstilalarında olduğu gibi; yaşanılan dönemin sancılı geçişlerinde adı geçen bu şairler, Dinî-Tasavvufi şiirleriyle toplumda birlik, beraberlik ve düzenin oluşmasını sağlayarak Anadolu’ nun vatan olmasına katkıda bulunmuşlardır. Özellikle de Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Velî gibi mutasavvıf şairlerin ve diğer tekke erbabının toplumdaki birleştirici rolleri sonraki yüzyıllarda da devam etmiş, toplumun manevi yönden kalkınmasını, toplumsal moral değerlerinin yüksek tutulmasını sağlayarak bu bağlamda önemli bir tahribatın önüne geçmişlerdir. Dinî-Tasavvufi halk şiiri geleneğinin en yaygın nazım türü ilâhi iken, bunu Nefes, Nutuk, Şathiye, Methiye, Devriye izlemiştir.
“Anladım sırrını, arşın, âlemin
Fâniyi, bâkiyi yazan kalemin.
Yunus ellerimden tuttu... Yetmiş bin
Hisardan içeri girdim, ağladım.”
Diyen; çıktığı bu içsel yolculukta hakikat sırrına eren Mustafa Ceylan, tasavvufi motifleri alabildiğince güzel işleyen kaleminin hakkını ziyadesiyle vermektedir.
“Kızgın saç üstünde yanıp tütsem de
Kül olup savrulup, tozup gitsem de
Bakmayın hâlime iflâs etsem de
Sevda bankasının kasasındayım
Ağaca, çiçeğe verdim sesimi
Kara bulutlara gömdüm yasımı
İçimde kurşuna dizdim nefsimi
İdam sehpasının yasasındayım”
Dizeleriyle, ipi göğüslemiş, nefsini köreltmiş kararlı bir Ceylan vardır karşımızda.
Gülce/Bahçe türünde yazılmış olan “Dört Mustafa” şiirinde, sevgili Peygamberimize methinde şöyle seslenir Mustafa Ceylan:
“Muradına eren karınca ayağıyım peşinde
Mağara önüne gerilen örümceğin ağıyım...
Mevlâna dergâhında ney, Yunus heybesinde alıç
Medine akşamında fanus,
.........Ve aşkını destan eden
...........Bilâllerin dudağıyım...
*
Ey ilimler hazinesi!
Sonsuzluğun türküsü
Göklerin ve yerlerin süsü
Zerrelerin kürrelere yansıyan,
............Çağıldayan görüntüsü
Işıktan kalem
Ey aklımı ve ruhumu baştanbaşa kuşatan
...........Ezel-ebed çerçevem...
İnsanlığın kurtuluşu
Hoşgörünün okyanusu ey! ...
Bulutların yağmur yüklü yüreği
Çatlamış topraklara gülümseyen bahar
Gül çağrısı, çimendeki nem
Ve ey alın aklığım
Öfke ateşini bakışıyla gülzar eden
Kin dağlarını erim erim eriten
Barışın efsunkâr güzeli
Muştulu tutkum ey! ...”
Mustafa Ceylan şiirlerinde tasavvuf oldukça önemli bir yer kaplar. Bunun yanında vatan, millet, bayrak, Türkçe sevgisi gibi millî ve dinî değerlerle aşk, sevda, dostluk vazgeçilmez unsurlardır. Mustafa Ceylan kalemi, şiir yolculuğunda konu, söylem ve tasavvufi motifler itibariyle; Şiire başlangıç yaptığı tarihten bugüne değin geçen süreçte aşama aşama değişkenlik göstererek bugünkü olgun çizgisine kavuşmuştur. Diğer bir ifadeyle “ham iken pişmiştir.”
Gülce/Gülistan türünde yazdığı bir şiirinde:
“Tohumun içinde evren, yolumun sonunda bir taş;
Başımın başında hiç’lik, güle yaz, ekip giderken… “
Diyen Mustafa Ceylan için tasavvuf, şiirlerinin vazgeçilmez nakışıdır. İnsanlık tarihinin gelişimi içinde çokça etkilendiği Antik klasik Yunan filozofu Eflatun’ un “Mağara Nazariyesi “ ile Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre gibi Türk mutasavvıfların öğretilerini içselleştirerek, o büyük, uçsuz bucaksız deryanın bir katresi olmaya çalışmıştır.
“Düşüp sonsuz deryalara,
Daldım, gülden dünyalara.
Yüreğimi bulvarlara
Sermişim de haberim yok.
Bir ışıkta bin görünen,
Çiçekten “urba” bürünen,
Milyon parçaya bölünen
Bir’ mişim de haberim yok.
Ne ki Ceylan’ ımın sözü?
Kan, yaş ile dolmuş özü,
Bir aynada on bin yüzü
Görmüşüm de haberim yok. “
Dizeleriyle O, ”Kesrette Vahdet, Vahdette Kesret” yani; “Birlikte çokluk, çoklukta birlik” diyen Sufiler gibi, Allah’ ın TEK’ liğine, yarattığı âlemin çokluğuna ve rengârenkliliğine inanmıştır. O; BİR’ de tek, TEK’ de sonsuz, sonsuzda zerre, zerrede umman olmayı istemiş bir âdemoğludur.
“Yollar var iç içe dolanan yollar,
Yollar var uç uca ulanan yollar,
Yollar var içimde ağlayan yollar
Tutmuyor yollarda belimiz bizim.
Şeytan oyuncağım, melek sırdaşım
Bir büyük kavgada fedadır başım,
Manavgat ırmağı akan gözyaşım
Bismillâhla akar selimiz bizim.
Asla toz zerresi bile değilim,
Ben bende şehidim, ben bende zulüm
Bilirim aşkım var, öldürmez ölüm
Doğarken taşınmış salımız bizim.”
Mustafa Ceylan, şiirlerini paylaşırken ya da kitap haline getirirken Tasavvuf ve diğer temalı şiirler olarak tasnif etmemiş; bilâkis her tematik şiirini yan yana getirerek karma bir çiçek bahçesine dönüştürmüştür. Tasavvuf, her ne kadar dini yaşama ve Allah’ a ulaşma yolu ise de; Mustafa Ceylan şiirlerinde bu temayı samimiyet ve özenle işlemiş, gerçek yaşamında ise hayattan, dünyevi şeylerden bütünüyle elini ayağını çekmiş bir insan olmamıştır. Zira bu hayatın kendi kuralları içinde yaşanması gerektiğine; insanın irade ve nefsi ile kendi içsel duvarını inşa ederek, yine kendi iç disiplini ile elini ayağını çekmeden de tasavvufî bir anlayışla yaşanabileceğine inanmış bir beşer olarak, bu gerçekle insanlık ve Allah’ a karşı kulluk görevlerini yerine getirmeğe çalışmıştır. O, içinde yaşamıştır/yaşamaktadır tasavvufu, içinin derinliklerinde, yitik –fukara benliğinde mütemadiyen aramıştır Tanrı’ sını.
Gülce/Bahçe türünde yazılmış “Yolcunun Türküsü şiirinde Mustafa Ceylan, YÂR dediği Tanrı’ sına kavuşma hâyâlini şu dizelerle dile getirir:
“Üçüncü mevkide garip yolcuyum
Acıya tütünler sarıyorum ben.
Gönül treniyle çıkmışım yola
Senden gelip sana varıyorum ben.
İçimin dehlizi çığlık çığlık mor
Gözlerim yağmurda, yüreğim akkor
Ayrılık ne demek, onu bana sor? !
Hasret hamurunu karıyorum ben.
…
Aşkın zindanında son tutukluyum
Noktada sonsuzum, çöllerde kumum
Sen, başlar üstünde gezen bulutum
Dağları ortadan yarıyorum ben.
Sana varmak sana, kavuşmak sana
Bütün emelimdir yâr anlasana,
…”
Mustafa Ceylan, gerek gerçek yaşamında gerekse şiirlerinde tasavvufu Türk’ lük temeline dayandırır. Arabî bir yaklaşımın çok uzağında, çağdaş bir Türk insanı olarak özüyle ve Türkçe sevdasıyla yorumlar.
“Ses bayrağım Türkçenin dalga dalgadır sesi
O sesin gülcesidir inan ceylan çeşmesi.
Taş yontmuş Dadaloğlu saz çalıp kara kışta
Pırıltı var Yunustan alnındaki nakışta
Efsunkâr bir hoşgörü kurnasından akışta
Ses bayrağım Türkçenin dalga dalgadır sesi”
Sözleriyle Mustafa Ceylan, sevdalısı olduğu diİimiz Türkçe’ yi, Yunus’ ca söylemlerle göklere çıkarırken; özünden, değerlerinden kopuk bir tasavvufi anlayışın kendisini eksilteceğine inanır.
Bir atışmasında:
“Cehennem'in kapısına
Gerilen bir döş idim ben.
Hakk' ı seven güzellerin
Gözlerinde yaş idim ben.
Gökle yerin birdir hali
Kâmil insan oğul balı
Bekir, Ömer, Osman, Ali
Hepisinde hoş idim ben.
Gönül akar bir dereden
O akıştır bak yâr eden,
Kubbelerden, minareden
Hak seslenen beş idim ben.
Ateş güldür kalpte açar
Kâinata ilham saçar.
Yarasalar ondan kaçar
Güneşlere eş idim ben
Yunus ben'im, Mevlâna ben
Gönül verdim insana ben
Bil ki, hikmet beklenilen
Saatlerde tuş idim ben.”
Der, Mustafa Ceylan. Tasavvufi şiirlerinin birçoğunda, etkilenmiş olduğu mutasavvıf ve düşünürlerin dünya görüşü ve inanç renklerine dair nakışlar yer almakta.
Mustafa Ceylan şiirlerinde mantık ve metafizik bir elmanın yarısı gibidir; biri diğerine tercih edilemez. Zira o’na göre her bir parça, bir diğerini tamamlayarak bütünü oluşturur.
“Kapı içinde kapı…
Bir gönül ki gökdelen; bir dış kapı kilidi var, binlerce iç kapı kilidini esir almış. Anahtarlar boşuna” …
“Bir kapıdan içeriye
Girmişim de haberim yok.
Bin odayı bir kilide
Vermişim de haberim yok”
Diyen ve:
“
“Ara, bak, gör,
………………Bil, bul, ol…
Eritmeli sıfatları oğul, sıfatların içinde…
İçinin dehlizinde nice şehir ışıkları yanıp söner
…
Veysel’in sadık dostu mu özlediğin o yer?
Ölmeden evvel ölmeli insan dediğin… “
Sözleriyle insanı bir şehre, kalbi o şehrin kapısına benzeten bir Mustafa Ceylan vardır. Şehrin ana kapısından içeri girildiği anda binlerce başka kapıların varlığını görürüz; açılan her bir kapı bir başka kapının girişidir aslında.
“Kuş görsem Süleyman, balık görsem Yunus'um
Gemideyken Nuh ile dolaştım hayli zaman
Alev, pamuk taşıyan Yesi'li bir fânusum..
Hacı Bayram Sultandım, ders verdim medresede
Mağarada Eflâtun, Şems idim Mevlâna'da
Seni-beni yok ettim pergelli hendesede..
Nefes alan, yürüyen; okunacak kitabım
Gündüze karanlığı yârenlikle bürüyen
Bedir'deki kuyuda hıçkıran bir mehtabım...
Uzanır kervanlarım dipteki ufuklara
Kendime kendim yolcu, çocuk oldum ağlarım
Güldenizim son verir meçhul yolculuklara...
Sessizliğin sesiyim güvercinler donunda
Kudret lokması dolu Yunus'un heybesiyim;
Şeytanımı Müslüman edeceğim sonunda... “
Der, Mustafa Ceylan; Gülce/Üçgül türünde yazdığı “Güldenizi Bir Türkü” adlı şiirinde.
Tam da bu noktada Eflatun’ un “Mağara Nazariyesi” ni akla getirir...
Bilindiği gibi, Eflatun’ un Mağara Nazariyesinde, bazı insanların sırtları dönük olarak karanlık bir mağaranın kapısına oturmaya mahkûm oldukları ifade edilir. Başlarını arkalarına çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemektedirler. İçlerinden kurtulan birisi dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girerek gördüklerini anlatır. Fakat içeridekileri, duvarda gördüklerinin zâhiri olduğuna, gerçeğin mağaranın dışında cereyan ettiğine inandırması mümkün olamamıştır. Burada tabii ki mağara toplumdur. Zincir; zihnin özgürleşmesini engelleyen, toplum içerisinde bireyi sınırlayan kalıplar, dogmalar, kurallardır. Gölgeler ise toplum tarafından belirlenen ve benimsenen sorgulanmamış doğrulardır. Bunların başını çeken taassup ve dogma zihinlerden uzaklaştırılmalıdır. Kısacası; düşünen, sorgulayan ve birey olabilenler dışında, insanoğlu toplum içerisinde tıpkı bu mağarada kollarından birbirine zincirlerle bağlı ve sırtı mağara kapısına dönük oturan esirler gibidir.
Eflatun’ a göre; gerçeği ve bilgiyi aramayan iki varlık söz konusudur; Tanrı ve Bilgisiz İnsan Kitleleri. Biri hakikatin gerçek anlamda içerisinde, diğeri ise dışarısındadır.
Bu anlayış günümüze uyarlandığında: Işığa, aydınlanmaya karanlıkla gidilemeyeceği…
Çağdaş değerlere, asrın uygarlık hedefine, taassup ve dogmalarla ulaşılamayacağı…
Mağaradan emin adımlarla birlikte çıkarak hakikatin ışığına bakabilmeliyi...
Akabinde bu ışığı yansıtarak ve sonra da bizzat ışık olarak çevremizi aydınlatmayı düşünmeli, istemeli, gerçekleştirmeliyiz. Bunun için de önce kendimizden başlayıp, sonra çevremiz ve en nihayetinde topluma yansıtmalıyız bu değişimi. “Bir şey değişince, her şey değişir!”
Mağara örneğinde “ mutlak ve değişmez “ olanla “değişen” arasındaki ilinti irdelenmiştir. İşte, bu anlamlı benzeyişe atıfta bulunarak hakikati arayan Mustafa Ceylan dizeleri:
“Canlı, cansız bir frekans yayıyor
Her birini yüreciğim duyuyor,
Işık neden karanlığı soyuyor?
Bilişlerin sırlarını çözüver.
Çırpınıyor yele, yaprak, kol, kanat
Her birinde zikir yapan bir sanat
Bir anadan neden doğar beş evlât?
Gelişlerin sırlarını çözüver.
Neredesin ey güzelim hakikat?
Eğri – büğrü, yalan-dolan bir hayat
Mantık değil, sömür –eğlen, gel de yat
Mansur’la ser veren sözdük kardeşim”
Gelenekçi-muhafazakâr bir çevrede yetişen Mustafa Ceylan’ ın, şiirlerinde dinî-tasavvufi motifleri sıkça kullanması elbette tesadüfî değildir. Yetiştiği, hamurunun yoğrulduğu aile ortamı, muhafazakâr kuralların sıkı sıkıya uygulandığı bir ortamdır. Çocukluğu, gençliği bu ortamın havasını teneffüs ederek geçmiştir. Devre devre, yaşadığı dönemin siyasi çalkantıları bu muhafazakâr havayı pekiştirmiş, dar alanda kendince bir dünya yaratmıştır kendine. Fakat edebiyata ve özellikle de şiire olan sevdası, onu o dar alandan çıkararak kademe kademe ı ileriye taşımıştır adımlarını. Lise eğitiminden sonra içine girdiği edebî çevre ve dostları da büyümüş, tanınmış usta yazar ve şairlerin yanında edebî bilgileriyle birlikte hayata bakışındaki gelenekçi- muhafazakâr çizgi de etkilenerek ( özünü koruyarak) değişime uğramıştır. Birbirinden farklı görüş ve düşüncedeki edebî şahsiyetlerin, kişiliğine, dünya görüşüne kattıkları katkı alabildiğince fazladır, renklidir. Daha hoşgörülü ve daha derinlikli bir algı ile yetiştiği ortamın biçimlendirdiği değer anlayışını, dine, insana, hayata bakışını sorgulayarak yeniden biçimlendirir, adını koyar. Artık o, gelenekçi çizgisinde muhafazakârlığı dar bir taassup olarak düşünmemektedir. Allah’ a ulaşma, hakikati bulma sevdasında, hakikatin yansıması olan evrendeki her bir obje/varlığın (ayrımsız) mutlaka bir anlamının olduğuna inanarak keskin çizgilerini esnetir. Dar bir görüşün, taassubun kendisini eksilteceğini, çıktığı bu içsel yolculukta yoluna taş koyacağını, içinin şehrine varmada engeller çıkaracağını idrâk eden benliği, ham bir meyveden olgun bir başağa dönüşür. Eflatun’ nun Mağara Nazariyesi’ nin yanında özellikle Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre’ nin düşünce, öğreti ve felsefesi onu fazlasıyla etkileyerek, tasavvuf anlayışında insanı merkeze alan ve hakikati arayan bir düşünce derinliği yaratır. Dinî ve İslamî kavramlar onda daha kucaklayıcı ve birleştirici bir kıvama gelir.
Bir yanında O’ nu aramaya, O’ na kavuşmaya çıkmış çile yolcusu…
Öte yanda:
“Yağmur deyi yanan çöller
Irmakları yutan göller
Tomurcukta kalan güller
Dosta beni götürecek...”
Dizeleriyle, eninde sonunda O’ na kavuşacağına inanmış bir hârlı yürek…
Şair, tabiattaki her bir yansımanın, kendisini DOST’ a götüreceğine inanmış; bu lirik duyguları çok samimi ve yalın bir dille her defasında mısralara dökmeyi başarmıştır.
Bilindiği gibi, Hacı Bektaş-ı Veli felsefesini insan sevgisi, hoşgörü, paylaşım ve eşitlik ilkeleri üzerine oluşturmuştur. Savaş yerine barış, düşmanlık yerine dostluk, kin yerine sevgi ve hoşgörüyü benimseyen, hümanist bir anlayış üzerine inşa etmiştir.
Birçok medeniyetlere evsahipliği yapmış olan Anadolu; 13.yüzyılda, Hacı Bektaş-ı Veli’nin "Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu", "Nefsine ağır geleni kimseye uygulama", "Eline, beline, diline sahip ol","Yetmiş iki milleti bir gör" anlayışı ile yoğrulur. "Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur" diyen Hacı Bektaş-ı Veli; öğretisinin temel ilkelerini oluşturan şu dizeleriyle, günümüz insanının ulaşmaya çalıştığı hedefi, 13.yüzyılda ortaya koymuştur:
“Hararet nardadır, sac'da değildir,
Keramet baştadır, tac'da değildir,
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değildir.”
Her şeyi insanda arayan; Hakk’ı kendi özünde, kendi özünü Hak’ta bulan anlayışıyla Hacı Bektaş-ı Veli barışı, sevgiyi ve bilimi kendisine rehber edinmiştir. Hacı Bektaş-ı Veli’ye duyulan ilgi, saygı ve sevgi, Alevi-Bektaşi öğretisinin temelini oluşturan İnsan-Tanrı-Doğa sevgisine dayanan hümanist yaşam felsefesi ve öğretisinden kaynaklanmaktadır. O'nun anlayışında dinin kaynağı Tanrı korkusuna değil, Tanrı sevgisine dayanır.
"Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır", " Kadınları okutunuz"," Okunacak en büyük kitap insandır" diyen Hacı Bektaş-ı Veli, inancı hurafelerden arındıran; akla, mantığa ve sevgi temeline dayandıran; kadın ve erkek eşitliğini savunan bir düşünce adamıdır. Halk kültürüne ve eğitimine önem veren; üretimde ve paylaşımda sosyal adalet ilkesini benimseyen; "İnsanın alnı açık ve cesur dolaşması için her şeyden önce adaletli olması gerektiğini" savunan bir düşünürdür.
"Hiç bir milleti ve insanı ayıplamayınız!" Diyen Hacı Bektaş-ı Veli; Anadolu’nun sosyal, siyasal, ekonomik, etnik ve dinsel yapısını dikkate alarak, sevgi ve hoşgörü kültürünün temellerini atmış; uygarlıklar beşiği Anadolu’nun zengin kültür mozaiğini bozmadan, parçalamadan, farklılıklarıyla; sevgi ve hoşgörü temelinde bir araya getirerek ve tasavvufla yoğurarak, Anadolu Alevi ve Bektaşiliği'nin doğmasına öncülük etmiştir. Farklı dillerden, farklı köken ve kültürlerden gelen insanları bir bilen; ceylanla aslanı dost olarak kucaklayan bu anlayıştır. Bu anlayışın, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesinde ifade edilen düşüncelerin temeli olduğu; günümüz insanının, hâlâ bu anlayışa ulaşma çabası içinde olduğu yadsınamaz.
“GÖR” adlı hece şiirinde Mustafa Ceylan’ ın, şu öğüt ve kısaslarla dostuna seslenişini, Hak-Hakikât ve insan gerçeğine bakışında, (birleştirici özelliğiyle)büyük düşünür Hacı Bektaş-ı Veli etkisini açıkça görmek mümkün:
“Her ne arar isen vardır insanda,
İnsan ki aşk arar Martta-Nisanda...
Direksiz semaya uçtuğun anda
Yakıtı tükenmiş uçak ol da gör.
Hacer ül esved ol dost Kâbesinde
Yedi dil, bir dile dönsün sesinde.
Yok olan aşkların kulübesinde
Ucundan buz sarkan saçak ol da gör.
Aynaya benzersin hem de tıpa tıp
İnsana insanı gözle yansıtıp;
Umut doruğunda kından sıyrılıp
Buluta saplanan bıçak ol da gör.
Işık salkımıyla bağ yap özünü
Hoşça bak herşeye çevir yüzünü.
Karanlık gecede yumma gözünü
Soğuk güneşlere sıcak ol da gör...
'Ölmeden evvelce öl' de öyle gör...”
Bu anlayışa ulaşabilme çabası içindeki şairimiz, ilham aldığı Hacı Bektaş-ı Veli’ nin beş adet Makalât’ ına, Gülce Edebî Akımı’ nın Aruz’ la yazılan şekli olan “Tuğra” nazım türü ve (Mef'ûlü / Mefâîlü/Mefâîlü/feûl) kalıbıyla, birbirine bağlı ve birer dörtlükler halinde karşılıklar yazmıştır.
Hacı Bektaş-ı Veli, Makalatı’ nın birinci bölümündeki: “ Hak Teâlâ âdemoğlunu dört unsurdan yarattı. Bunlar toprak, su, ateş ve rüzgârdır. Ve dört bölük kıldı. Dördü de birbirinden farklı” sözlerine karşılık Mustafa Ceylan, şu dizelerle bu büyük düşünür ve ozandan ne derece etkilendiğini göstermekte:
“DÖRT UNSUR
Dört bir yönü, dört bir kere, dört bir yere ser
Kandil günü dört takvimi cemet bire ser
Tam dört kapının tokmağıyım tut elimi
Aşk var dünü hemhâl ede, dört yönde eser “
****
RÜZGÂR
Duy, dânelerin türküsüyüm duy, amanın!
Bil, gökle yerin ortasıyım, hem de canın;
Rüzgârla dokunsam bulutun saçlarına
Saçlarda derin hüznü kokarmış zamanın.
****
ATEŞ
Kantarda mı gerçek çağı koymuş çekiye?
Çığlık denizinden dağı bölmüş ikiye
Gözler ne kadar ağlasa âlevdi akan
Bin salkımı aşkken bağı vermiş hediye.
****
SU
Gel dupduru göllerde gözün ayna göre
Gel kupkuru çöllerde yıkılsın bu töre
Çağrımda suyun şarkısı var, haydi işit
Gel son turu dillerde duran, son sefere
*
TOPRAK
Rüzgâr, su, ateş; sonra da çılgın kara yer
Sonsuzluğa eş insanı, son kez kara yer
Kat kat yedi kat âhiretin tarlası o;
Kabrinde güneş olsa, eder maskara yer. “
Yunus Emre, insanları doğru yola çağıran bir derviş, gerçeğin ardı sıra dolaşan bir mistiktir. Bu gerçek, varlığın birliği ve her şeyin Allah'tan oluşudur. Kâinatta var olan her şey, bu görüntü yokken de vardı.
Allah'a kulluk etmenin asıl amacı, O'na doğduğu gibi tertemiz ulaşmaktır. Bu da gönülleri kırmamakla onları onarmakla mümkün olabilir. İnsana gösterilen saygı ve sevgi bir bakıma Allah'a gösterilmiş demektir.
Gönül kırmamak, hiçbir canlıyı incitmemek, gönül almak, büyüklük taslamamak hoşgörülü olmak, bilgili olmak, O'nun üzerinde durduğu başlıca konulardır. Herkes ayıbını ve kötülüğünü görebilmeli ve bunları düzeltmek için çaba göstermelidir.
“Mecnun gibi âşıklardan,
Yunus gibi eşiklerden,
Bir yavrunun beşiklerden
Gözyaşını silmeliyim.
Çeşmeye bakan taşların,
Buluta değen kuşların,
Caddelerde ağaçların
Gözyaşını silmeliyim.”
Diyen Mustafa Ceylan, Yunus Emre’ nin ( belli kurallarıyla bir insanlık disiplini olan) Allah'a dost olma felsefesini benimsemiştir. Yunus felsefesinde, kötü düşüncelerden arınmak, ölüm korkusunu yenip Allah ve insanlık yolunda çaba göstermek gerekmektedir. Elde tespih, dilde dua, her şeyden elini ayağını çekmiş insanlara yakıştırılan dervişlik, sonraları bir sapma olarak ortaya çıkmış; Yunus bu softalara şiddetle karşı çıkmış, şiirlerinde çokça yermiştir. Buna dair şu dizeleri kaleme almıştır Yunus:
"Dervişlik dedikleri,
Hırka ile taç değil
Gönlünü derviş eden
Hırkaya muhtaç değil"
Çeşmelerden bardağın
Doldurmadan kor isen,
Bin yıl dahi beklesen
Kendi dolası değil"
Diyerek bağnazlığı ve körü körüne kaderciliği, gerçek din düşüncesiyle bağdaştırmamıştır.
Anadolu'nun karışık dönemlerinde Horasan'dan birçok bilim adamı Anadolu'ya gelmiş ve bu karışık döneme, bir güneş gibi doğmuşlardır. Bunlardan biri de önce Karaman'da yaşayan daha sonra Konya'ya göçerek Mevleviliği kuran ve:
“Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok
Nice elbiseler gördüm içinde insan yok!”
Diyen Mevlâna’ dır. Mevlâna’ nın bu sözleri bize “Ayna ve İnsan” örneğini anımsatır. Bilindiği gibi aynada bir ön yüz bir de görünmeyen sırlı yüz vardır. Sır olmayınca ayna net görüntü vermez. Bu durumda aynanın asıl kudreti / özü sırında saklıdır. Aynanın niteliği, dışındaki görkemli görüntüsüyle değil, ardındaki sırın niteliğiyle ilgilidir.
“Sır sakladım, sırra döndüm aynada
Cevap gelmez yaptığım şu feryada
Yoktur gözüm hem de iki dünyada
Alın sizin olsun bendeki beni. “
İşte insan da ayna gibidir; bir görünen yüzü yani KABUK, bir de görünmeyen, derinde olan sırlı yüzü yani ÖZ’ ü, iç dünyası vardır. İnsanın niteliği kabuğundaki yaldızla değil, özündeki derinlikle, bilgelikle ilintilidir.
Benlik libasından soyunarak çıktığı bu tinsel yolculukta bayram yerine dönen özünü , sonderece etkili söylemlerle nakış gibi işler mısralara Mustafa Ceylan..
“Cümle yollar bir kavşakta buluştu
Buluştu da yolcular el tutuştu
İblis bile orta yerden savuştu
Alın sizin olsun bendeki beni…
İçim, dışım bayram yeri, gülüyor
Güneş bile nefes alıp soluyor
Sol göğsümde ihtilâller oluyor
Alın sizin olsun bendeki beni
Aşk yüzünden pervanece dönerim
Hem dönerim, hem de candan yanarım
Kopardığım yüreğimi sunarım
Alın sizin olsun bendeki beni”
Dizeleriyle Mustafa Ceylan; Mevlâna’ nın Şems’ ine, Yunus’ un “Çalap” ına benzer bir aşk ile adanmış özünün yanışını dillendirir.
“Bir yanardağ fışkırması
Benim gönlüm deli gönlüm.
Ceylanların hıçkırması
Benim gönlüm deli gönlüm.
Yükseklerde harman olur
Dertlilere derman olur
Aşk deyince ferman olur
Benim gönlüm deli gönlüm.
Neye yarar çok ile az
Biraz sevgi birazcık naz
Yunus’a can Veysel’e saz
Benim gönlüm deli gönlüm.
Kanatlanıp göğe uçar
Kendisinden kendi kaçar
Hasret hasret çiçek açar
Benim gönlüm deli gönlüm”
Diyen; “ Yunus’ un Odunu”, “Karıncanın gölgesi” olabilmeyi gerçek mutluluk saymış, deli gönlünü AŞK’ a ferman eylemiş bir Mustafa Ceylan vardır bu dizelerde.
Şiirde Tasavvufu her şekilde kullanabilen ve sonderece renkli, coşkulu bir anlatımla mısralara hâkim olan kalemdir Mustafa Ceylan.
“Gülce-Yunusca/Ziyadeli “ nazım türüyle yazdığı “Acaip Dünya” adlı şiirinde, üç günlük misafirliğimizi kanaviçe gibi işler mısralara…
“Misafir gelmişiz hem de üç günlük
Giyeriz sonunda cepsiz bir önlük
Kıldan ince aklı parçalayan yük
Çilesi biner omzuma
.....................Biner ha biner...
Ey Ceylan sen öğren nasıldır sonun?
Tahtadan bir atla bitecek sorun
Ermeden sabaha umut mumunun
Titreyip söner ışığı
.....................Söner ha söner... “
Sanat’ a adanmış bir ömrün 62. Senesinde kutlanan kırk dokuz yıllık bir yolculuktur naçizane yazıma konu olan...
Şiir ve edebiyat şevkime katkısını asla inkâr edemeyeceğim değerli hocam Mustafa Ceylan’ ın 49. Sanat yılına denk gelen 62. Yaş gününü bu vesileyle kutluyor; sağlık, mutluluk ve yine sanat’la dolu uzun ve başarılı bir ömür dileğimle saygılar sunuyorum…
25 Ocak 2015-Antalya
Bir kaynakta Tasavvuf için şöyle denilmektedir:
“Tasavvuf, Tanrı, evren ve insan ilişkisini bir bütünlük içinde açıklamaya çalışan, insanın tanrısal erdemlere benzemesini amaçlayan dinsel ve felsefi düşüncedir.”
Bir başka kaynakta Tasavvuf:
“Temel İslami ilkelere dayanarak nefsi arıtıp ahlâkı güzelleştirerek dini yaşama ve bu yolla Allah’ a ulaşma düşüncesidir. “ denilmektedir.
Tasavvufun temelinde AŞK vardır. İlâhi gerçeğe ulaşmanın temelinde aşk olmasa, o gerçeğe ulaşma isteği ve düşüncesi de olamaz. Zira Allah’ a yasaklarla, korkularla değil, aşk ile ulaşılabilir ancak.
Mustafa Ceylan şiirlerinde AŞK, iki farklı tanımıyla işlenmektedir. Beşerî ve ilâhi AŞK... Hayat, evren, doğa bütünüyle bir aşk’tır o’ na göre. Çünkü Yaratıcı’ nın yansımasıdır görünenler.
Gülce/Buluşma türünde yazdığı “Aşk Dediğin” şiirinde şöyle der usta şair:
“…
…
Leylim bir gecede ay dolandı ruhuma
Beklediğim yâr gelmedi n'ideyim?
İşittim eşyanın nabzını
Kıvrandı avuçlarımda gökle yer;
Keşfettim en sonunda
Bilinmezin bilinmezini
Her şey aşk imiş meğer...
Kaybettim içimin dehlizinde ben beni
Benimle yok oldu bellediğim aşk
Başladım mı aramaya yeni baştan?
Saat durdu, bulut koştu
Dolandı dağların belini yollar
Ulandı birbirine
Ve yollarda kayıp yolcu ben,
İçim gül bahçesi
Dışım değirmen...
Vardım Yunus dergâhına
Oradaydı
Bizim bahçıvan
Oradaydı ak bakışlı değirmenci baba
Yüzlerinde sımsıcak bir tebessüm
Dediler ki:
Söyle ne ararsın, böyle ser sefil?
Çöz at benliğini birazcık eğil
Ne makam, ne ünvan, ne de şan değil
Aşk dediğin şey:
....................Varoluş sırrına erebilmektir.
....................Kalp gözü açılıp görebilmektir,
Dünya kara zindan, bağrına sarma
Önünde uçurum, dikkat et varma
Kışta kıyamette ağlayıp durma
Aşk dediğin şey
.....................Öfke buzlarını kırabilmektir.
.....................Hoş görü çiçeği derebilmektir.
İlim oku öğren, önce olgunlaş
Bak nasıl zikrediyor, ağaç, böcek, taş?
Aradığın bizde, gel bize yaklaş
Aşk dediğin şey
.....................Dergâha postunu serebilmektir,
.....................Ölmeden kabire girebilmektir.”
Dizelerinde AŞK’ ı, tasavvufi motiflerle ustaca işlediğini görürüz. Mustafa Ceylan’ ın birçok şiirinde Aşk’ ın her halini görmek, okumak mümkün.
Mustafa Ceylan şiirlerinde ilâhi aşk’ tan söz ederken, hasretliği, sevgiliye kavuşma arzu ve umudunu, Eyüp sabrını, Yusuf Kuyusu’ nu, Leylâ ile Mecnun’ u göz ardı edemeyiz. Öyle bir gözü karalık, öyle bir adanmışlık vardır ki O’ nu arayıp bulma, O’ na kavuşma isteğinde; “Davacıyım Kendimden” diyecek… Bırakıp dünyanın parıltılı yaşamını; o kutlu, o mutlu, o çileli yolculuğa çıkacak kadar…
Gülce/Buluşma türünde yazdığı “Davacıyken Kendimden” şiirinde şu dizelerle seslenir:
“Kelebeği ateşlere sürükleyen çark benim
Yumurtlayan, yavrulayan arasında fark benim
Doğum benim, ölüm benim, çekirdeği terk benim
Mahşer günü sırat benim, arasatta yine ben
.................Öyle bir gönül vermişsin ki
.....................Nasıl, nerde olursam olayım
........................Senden seni istemekteyim.
Yakan benim, yıkan benim, suçlu benim, mazlum ben
Karıncayı ezip geçen, acımasız zulüm ben
Bir ninniyim beşiklerde, gözyaşında gülüm ben
Ağıt benim, türkü benim, koçaklama yine ben
.................Öyle bir gönül vermişsin ki
.....................Halden hale girmekteyim
........................Senden seni istemekteyim.
Barış benim, savaş benim, mukavele yine ben
Köle benim, kral benim; ne çekersem dilimden
Şükretmeyen isyankâr ben, kan akan mendilinden
Şehit-şahit, sanık-tanık, savcı, hâkim, hekimim
.................Öyle bir gönül vermişsin ki
.....................Döner döner gelirim kapına
........................Senden seni istemekteyim.
Ne babadan, ne dededen ses almayan sesine
Verseler de şu dünyayı koyarak heybesine
Dikenli tel örgülerde gezip yürümekteyim
Dava benim, hasta benim, her fırında usta ben
.................Öyle bir gönül vermişsin ki
.....................Senden seni istemekteyim,
........................Davacıyken kendimden.”
Mustafa Ceylan şiirlerinde tasavvuf, dinî olduğu kadar millî duyguları da kapsayan oldukça geniş ve ulvî bir alandır. Türkçe sevdası ve Türklük şiarı, onu, Yesevî’ den sonra O’ nu izleyen düşünür ve mutasarrıfların eserlerini bir başka ruh ve gönül derinliğiyle takip etmesine neden olmuştur. Bunların başında gelendir Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre.
Onuncu yüzyıldan itibaren tekkelerin etrafında gelişen tasavvuf düşüncesine ilâveten dinî/tasavvufi halk edebiyatı da doğmuş, bu alanda yazılan şiirler hem divan hem de halk edebiyatı şairlerince yazılmıştır.
Eldeki kaynaklar, tasavvuf içerikli ilk şiirin, Batı Türkistan’ da Ahmet Yesevî tarafından yazıldığını… Yesevî ile başlayan bu hareketin, daha sonra O’ nun dervişlerince Anadolu’ ya yayıldığını…
Yesevî’ nin yolundan giden Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Seyit Nesimî, Kaygusuz Abdal, Eşrefoğlu Rumî, Hacı Bayram-ı Velî, Aziz Mahmut Hüdayî, Pîr Sultan Abdal, Niyaz-i Mısrî, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi mutasavvıfların eserlerinde bu düşünceyi işlediklerini yazar. Temel kaynağı İslam dini ve tasavvuf olan bu edebiyat; dil, vezin, nazım şekli gibi dış unsurlarda ekseriya millî ruhu yansıtmaya çalışmış, sanatsal kaygıyı ikinci planda tutmuştur. Tasavvuf düşüncesi ve dinsel değerleri yayma amacının güdülmesi dolayısıyla şiirde Didaktik unsurlar ağır basmıştır. Dinî-Tasavvufi halk şiiri geleneği toplumsal bir görev üstlenerek halkı aynı düşünce etrafında kenetlemiş, onların hoşgörü içinde bir arada yaşamalarında kilit rol oynamıştır. Bu şiir geleneği aynı zamanda öğreticiliği de esas alarak, genellikle halkın anlayabileceği sade bir Türkçe kullanmıştır. Vezin olarak hem hece (dörtlükler halinde) hem aruzla (beyitler şeklinde) yazılmıştır.
13-14. Yüzyılda yaşanan Moğol İstilalarında olduğu gibi; yaşanılan dönemin sancılı geçişlerinde adı geçen bu şairler, Dinî-Tasavvufi şiirleriyle toplumda birlik, beraberlik ve düzenin oluşmasını sağlayarak Anadolu’ nun vatan olmasına katkıda bulunmuşlardır. Özellikle de Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Velî gibi mutasavvıf şairlerin ve diğer tekke erbabının toplumdaki birleştirici rolleri sonraki yüzyıllarda da devam etmiş, toplumun manevi yönden kalkınmasını, toplumsal moral değerlerinin yüksek tutulmasını sağlayarak bu bağlamda önemli bir tahribatın önüne geçmişlerdir. Dinî-Tasavvufi halk şiiri geleneğinin en yaygın nazım türü ilâhi iken, bunu Nefes, Nutuk, Şathiye, Methiye, Devriye izlemiştir.
“Anladım sırrını, arşın, âlemin
Fâniyi, bâkiyi yazan kalemin.
Yunus ellerimden tuttu... Yetmiş bin
Hisardan içeri girdim, ağladım.”
Diyen; çıktığı bu içsel yolculukta hakikat sırrına eren Mustafa Ceylan, tasavvufi motifleri alabildiğince güzel işleyen kaleminin hakkını ziyadesiyle vermektedir.
“Kızgın saç üstünde yanıp tütsem de
Kül olup savrulup, tozup gitsem de
Bakmayın hâlime iflâs etsem de
Sevda bankasının kasasındayım
Ağaca, çiçeğe verdim sesimi
Kara bulutlara gömdüm yasımı
İçimde kurşuna dizdim nefsimi
İdam sehpasının yasasındayım”
Dizeleriyle, ipi göğüslemiş, nefsini köreltmiş kararlı bir Ceylan vardır karşımızda.
Gülce/Bahçe türünde yazılmış olan “Dört Mustafa” şiirinde, sevgili Peygamberimize methinde şöyle seslenir Mustafa Ceylan:
“Muradına eren karınca ayağıyım peşinde
Mağara önüne gerilen örümceğin ağıyım...
Mevlâna dergâhında ney, Yunus heybesinde alıç
Medine akşamında fanus,
.........Ve aşkını destan eden
...........Bilâllerin dudağıyım...
*
Ey ilimler hazinesi!
Sonsuzluğun türküsü
Göklerin ve yerlerin süsü
Zerrelerin kürrelere yansıyan,
............Çağıldayan görüntüsü
Işıktan kalem
Ey aklımı ve ruhumu baştanbaşa kuşatan
...........Ezel-ebed çerçevem...
İnsanlığın kurtuluşu
Hoşgörünün okyanusu ey! ...
Bulutların yağmur yüklü yüreği
Çatlamış topraklara gülümseyen bahar
Gül çağrısı, çimendeki nem
Ve ey alın aklığım
Öfke ateşini bakışıyla gülzar eden
Kin dağlarını erim erim eriten
Barışın efsunkâr güzeli
Muştulu tutkum ey! ...”
Mustafa Ceylan şiirlerinde tasavvuf oldukça önemli bir yer kaplar. Bunun yanında vatan, millet, bayrak, Türkçe sevgisi gibi millî ve dinî değerlerle aşk, sevda, dostluk vazgeçilmez unsurlardır. Mustafa Ceylan kalemi, şiir yolculuğunda konu, söylem ve tasavvufi motifler itibariyle; Şiire başlangıç yaptığı tarihten bugüne değin geçen süreçte aşama aşama değişkenlik göstererek bugünkü olgun çizgisine kavuşmuştur. Diğer bir ifadeyle “ham iken pişmiştir.”
Gülce/Gülistan türünde yazdığı bir şiirinde:
“Tohumun içinde evren, yolumun sonunda bir taş;
Başımın başında hiç’lik, güle yaz, ekip giderken… “
Diyen Mustafa Ceylan için tasavvuf, şiirlerinin vazgeçilmez nakışıdır. İnsanlık tarihinin gelişimi içinde çokça etkilendiği Antik klasik Yunan filozofu Eflatun’ un “Mağara Nazariyesi “ ile Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre gibi Türk mutasavvıfların öğretilerini içselleştirerek, o büyük, uçsuz bucaksız deryanın bir katresi olmaya çalışmıştır.
“Düşüp sonsuz deryalara,
Daldım, gülden dünyalara.
Yüreğimi bulvarlara
Sermişim de haberim yok.
Bir ışıkta bin görünen,
Çiçekten “urba” bürünen,
Milyon parçaya bölünen
Bir’ mişim de haberim yok.
Ne ki Ceylan’ ımın sözü?
Kan, yaş ile dolmuş özü,
Bir aynada on bin yüzü
Görmüşüm de haberim yok. “
Dizeleriyle O, ”Kesrette Vahdet, Vahdette Kesret” yani; “Birlikte çokluk, çoklukta birlik” diyen Sufiler gibi, Allah’ ın TEK’ liğine, yarattığı âlemin çokluğuna ve rengârenkliliğine inanmıştır. O; BİR’ de tek, TEK’ de sonsuz, sonsuzda zerre, zerrede umman olmayı istemiş bir âdemoğludur.
“Yollar var iç içe dolanan yollar,
Yollar var uç uca ulanan yollar,
Yollar var içimde ağlayan yollar
Tutmuyor yollarda belimiz bizim.
Şeytan oyuncağım, melek sırdaşım
Bir büyük kavgada fedadır başım,
Manavgat ırmağı akan gözyaşım
Bismillâhla akar selimiz bizim.
Asla toz zerresi bile değilim,
Ben bende şehidim, ben bende zulüm
Bilirim aşkım var, öldürmez ölüm
Doğarken taşınmış salımız bizim.”
Mustafa Ceylan, şiirlerini paylaşırken ya da kitap haline getirirken Tasavvuf ve diğer temalı şiirler olarak tasnif etmemiş; bilâkis her tematik şiirini yan yana getirerek karma bir çiçek bahçesine dönüştürmüştür. Tasavvuf, her ne kadar dini yaşama ve Allah’ a ulaşma yolu ise de; Mustafa Ceylan şiirlerinde bu temayı samimiyet ve özenle işlemiş, gerçek yaşamında ise hayattan, dünyevi şeylerden bütünüyle elini ayağını çekmiş bir insan olmamıştır. Zira bu hayatın kendi kuralları içinde yaşanması gerektiğine; insanın irade ve nefsi ile kendi içsel duvarını inşa ederek, yine kendi iç disiplini ile elini ayağını çekmeden de tasavvufî bir anlayışla yaşanabileceğine inanmış bir beşer olarak, bu gerçekle insanlık ve Allah’ a karşı kulluk görevlerini yerine getirmeğe çalışmıştır. O, içinde yaşamıştır/yaşamaktadır tasavvufu, içinin derinliklerinde, yitik –fukara benliğinde mütemadiyen aramıştır Tanrı’ sını.
Gülce/Bahçe türünde yazılmış “Yolcunun Türküsü şiirinde Mustafa Ceylan, YÂR dediği Tanrı’ sına kavuşma hâyâlini şu dizelerle dile getirir:
“Üçüncü mevkide garip yolcuyum
Acıya tütünler sarıyorum ben.
Gönül treniyle çıkmışım yola
Senden gelip sana varıyorum ben.
İçimin dehlizi çığlık çığlık mor
Gözlerim yağmurda, yüreğim akkor
Ayrılık ne demek, onu bana sor? !
Hasret hamurunu karıyorum ben.
…
Aşkın zindanında son tutukluyum
Noktada sonsuzum, çöllerde kumum
Sen, başlar üstünde gezen bulutum
Dağları ortadan yarıyorum ben.
Sana varmak sana, kavuşmak sana
Bütün emelimdir yâr anlasana,
…”
Mustafa Ceylan, gerek gerçek yaşamında gerekse şiirlerinde tasavvufu Türk’ lük temeline dayandırır. Arabî bir yaklaşımın çok uzağında, çağdaş bir Türk insanı olarak özüyle ve Türkçe sevdasıyla yorumlar.
“Ses bayrağım Türkçenin dalga dalgadır sesi
O sesin gülcesidir inan ceylan çeşmesi.
Taş yontmuş Dadaloğlu saz çalıp kara kışta
Pırıltı var Yunustan alnındaki nakışta
Efsunkâr bir hoşgörü kurnasından akışta
Ses bayrağım Türkçenin dalga dalgadır sesi”
Sözleriyle Mustafa Ceylan, sevdalısı olduğu diİimiz Türkçe’ yi, Yunus’ ca söylemlerle göklere çıkarırken; özünden, değerlerinden kopuk bir tasavvufi anlayışın kendisini eksilteceğine inanır.
Bir atışmasında:
“Cehennem'in kapısına
Gerilen bir döş idim ben.
Hakk' ı seven güzellerin
Gözlerinde yaş idim ben.
Gökle yerin birdir hali
Kâmil insan oğul balı
Bekir, Ömer, Osman, Ali
Hepisinde hoş idim ben.
Gönül akar bir dereden
O akıştır bak yâr eden,
Kubbelerden, minareden
Hak seslenen beş idim ben.
Ateş güldür kalpte açar
Kâinata ilham saçar.
Yarasalar ondan kaçar
Güneşlere eş idim ben
Yunus ben'im, Mevlâna ben
Gönül verdim insana ben
Bil ki, hikmet beklenilen
Saatlerde tuş idim ben.”
Der, Mustafa Ceylan. Tasavvufi şiirlerinin birçoğunda, etkilenmiş olduğu mutasavvıf ve düşünürlerin dünya görüşü ve inanç renklerine dair nakışlar yer almakta.
Mustafa Ceylan şiirlerinde mantık ve metafizik bir elmanın yarısı gibidir; biri diğerine tercih edilemez. Zira o’na göre her bir parça, bir diğerini tamamlayarak bütünü oluşturur.
“Kapı içinde kapı…
Bir gönül ki gökdelen; bir dış kapı kilidi var, binlerce iç kapı kilidini esir almış. Anahtarlar boşuna” …
“Bir kapıdan içeriye
Girmişim de haberim yok.
Bin odayı bir kilide
Vermişim de haberim yok”
Diyen ve:
“
“Ara, bak, gör,
………………Bil, bul, ol…
Eritmeli sıfatları oğul, sıfatların içinde…
İçinin dehlizinde nice şehir ışıkları yanıp söner
…
Veysel’in sadık dostu mu özlediğin o yer?
Ölmeden evvel ölmeli insan dediğin… “
Sözleriyle insanı bir şehre, kalbi o şehrin kapısına benzeten bir Mustafa Ceylan vardır. Şehrin ana kapısından içeri girildiği anda binlerce başka kapıların varlığını görürüz; açılan her bir kapı bir başka kapının girişidir aslında.
“Kuş görsem Süleyman, balık görsem Yunus'um
Gemideyken Nuh ile dolaştım hayli zaman
Alev, pamuk taşıyan Yesi'li bir fânusum..
Hacı Bayram Sultandım, ders verdim medresede
Mağarada Eflâtun, Şems idim Mevlâna'da
Seni-beni yok ettim pergelli hendesede..
Nefes alan, yürüyen; okunacak kitabım
Gündüze karanlığı yârenlikle bürüyen
Bedir'deki kuyuda hıçkıran bir mehtabım...
Uzanır kervanlarım dipteki ufuklara
Kendime kendim yolcu, çocuk oldum ağlarım
Güldenizim son verir meçhul yolculuklara...
Sessizliğin sesiyim güvercinler donunda
Kudret lokması dolu Yunus'un heybesiyim;
Şeytanımı Müslüman edeceğim sonunda... “
Der, Mustafa Ceylan; Gülce/Üçgül türünde yazdığı “Güldenizi Bir Türkü” adlı şiirinde.
Tam da bu noktada Eflatun’ un “Mağara Nazariyesi” ni akla getirir...
Bilindiği gibi, Eflatun’ un Mağara Nazariyesinde, bazı insanların sırtları dönük olarak karanlık bir mağaranın kapısına oturmaya mahkûm oldukları ifade edilir. Başlarını arkalarına çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemektedirler. İçlerinden kurtulan birisi dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girerek gördüklerini anlatır. Fakat içeridekileri, duvarda gördüklerinin zâhiri olduğuna, gerçeğin mağaranın dışında cereyan ettiğine inandırması mümkün olamamıştır. Burada tabii ki mağara toplumdur. Zincir; zihnin özgürleşmesini engelleyen, toplum içerisinde bireyi sınırlayan kalıplar, dogmalar, kurallardır. Gölgeler ise toplum tarafından belirlenen ve benimsenen sorgulanmamış doğrulardır. Bunların başını çeken taassup ve dogma zihinlerden uzaklaştırılmalıdır. Kısacası; düşünen, sorgulayan ve birey olabilenler dışında, insanoğlu toplum içerisinde tıpkı bu mağarada kollarından birbirine zincirlerle bağlı ve sırtı mağara kapısına dönük oturan esirler gibidir.
Eflatun’ a göre; gerçeği ve bilgiyi aramayan iki varlık söz konusudur; Tanrı ve Bilgisiz İnsan Kitleleri. Biri hakikatin gerçek anlamda içerisinde, diğeri ise dışarısındadır.
Bu anlayış günümüze uyarlandığında: Işığa, aydınlanmaya karanlıkla gidilemeyeceği…
Çağdaş değerlere, asrın uygarlık hedefine, taassup ve dogmalarla ulaşılamayacağı…
Mağaradan emin adımlarla birlikte çıkarak hakikatin ışığına bakabilmeliyi...
Akabinde bu ışığı yansıtarak ve sonra da bizzat ışık olarak çevremizi aydınlatmayı düşünmeli, istemeli, gerçekleştirmeliyiz. Bunun için de önce kendimizden başlayıp, sonra çevremiz ve en nihayetinde topluma yansıtmalıyız bu değişimi. “Bir şey değişince, her şey değişir!”
Mağara örneğinde “ mutlak ve değişmez “ olanla “değişen” arasındaki ilinti irdelenmiştir. İşte, bu anlamlı benzeyişe atıfta bulunarak hakikati arayan Mustafa Ceylan dizeleri:
“Canlı, cansız bir frekans yayıyor
Her birini yüreciğim duyuyor,
Işık neden karanlığı soyuyor?
Bilişlerin sırlarını çözüver.
Çırpınıyor yele, yaprak, kol, kanat
Her birinde zikir yapan bir sanat
Bir anadan neden doğar beş evlât?
Gelişlerin sırlarını çözüver.
Neredesin ey güzelim hakikat?
Eğri – büğrü, yalan-dolan bir hayat
Mantık değil, sömür –eğlen, gel de yat
Mansur’la ser veren sözdük kardeşim”
Gelenekçi-muhafazakâr bir çevrede yetişen Mustafa Ceylan’ ın, şiirlerinde dinî-tasavvufi motifleri sıkça kullanması elbette tesadüfî değildir. Yetiştiği, hamurunun yoğrulduğu aile ortamı, muhafazakâr kuralların sıkı sıkıya uygulandığı bir ortamdır. Çocukluğu, gençliği bu ortamın havasını teneffüs ederek geçmiştir. Devre devre, yaşadığı dönemin siyasi çalkantıları bu muhafazakâr havayı pekiştirmiş, dar alanda kendince bir dünya yaratmıştır kendine. Fakat edebiyata ve özellikle de şiire olan sevdası, onu o dar alandan çıkararak kademe kademe ı ileriye taşımıştır adımlarını. Lise eğitiminden sonra içine girdiği edebî çevre ve dostları da büyümüş, tanınmış usta yazar ve şairlerin yanında edebî bilgileriyle birlikte hayata bakışındaki gelenekçi- muhafazakâr çizgi de etkilenerek ( özünü koruyarak) değişime uğramıştır. Birbirinden farklı görüş ve düşüncedeki edebî şahsiyetlerin, kişiliğine, dünya görüşüne kattıkları katkı alabildiğince fazladır, renklidir. Daha hoşgörülü ve daha derinlikli bir algı ile yetiştiği ortamın biçimlendirdiği değer anlayışını, dine, insana, hayata bakışını sorgulayarak yeniden biçimlendirir, adını koyar. Artık o, gelenekçi çizgisinde muhafazakârlığı dar bir taassup olarak düşünmemektedir. Allah’ a ulaşma, hakikati bulma sevdasında, hakikatin yansıması olan evrendeki her bir obje/varlığın (ayrımsız) mutlaka bir anlamının olduğuna inanarak keskin çizgilerini esnetir. Dar bir görüşün, taassubun kendisini eksilteceğini, çıktığı bu içsel yolculukta yoluna taş koyacağını, içinin şehrine varmada engeller çıkaracağını idrâk eden benliği, ham bir meyveden olgun bir başağa dönüşür. Eflatun’ nun Mağara Nazariyesi’ nin yanında özellikle Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre’ nin düşünce, öğreti ve felsefesi onu fazlasıyla etkileyerek, tasavvuf anlayışında insanı merkeze alan ve hakikati arayan bir düşünce derinliği yaratır. Dinî ve İslamî kavramlar onda daha kucaklayıcı ve birleştirici bir kıvama gelir.
Bir yanında O’ nu aramaya, O’ na kavuşmaya çıkmış çile yolcusu…
Öte yanda:
“Yağmur deyi yanan çöller
Irmakları yutan göller
Tomurcukta kalan güller
Dosta beni götürecek...”
Dizeleriyle, eninde sonunda O’ na kavuşacağına inanmış bir hârlı yürek…
Şair, tabiattaki her bir yansımanın, kendisini DOST’ a götüreceğine inanmış; bu lirik duyguları çok samimi ve yalın bir dille her defasında mısralara dökmeyi başarmıştır.
Bilindiği gibi, Hacı Bektaş-ı Veli felsefesini insan sevgisi, hoşgörü, paylaşım ve eşitlik ilkeleri üzerine oluşturmuştur. Savaş yerine barış, düşmanlık yerine dostluk, kin yerine sevgi ve hoşgörüyü benimseyen, hümanist bir anlayış üzerine inşa etmiştir.
Birçok medeniyetlere evsahipliği yapmış olan Anadolu; 13.yüzyılda, Hacı Bektaş-ı Veli’nin "Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu", "Nefsine ağır geleni kimseye uygulama", "Eline, beline, diline sahip ol","Yetmiş iki milleti bir gör" anlayışı ile yoğrulur. "Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur" diyen Hacı Bektaş-ı Veli; öğretisinin temel ilkelerini oluşturan şu dizeleriyle, günümüz insanının ulaşmaya çalıştığı hedefi, 13.yüzyılda ortaya koymuştur:
“Hararet nardadır, sac'da değildir,
Keramet baştadır, tac'da değildir,
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değildir.”
Her şeyi insanda arayan; Hakk’ı kendi özünde, kendi özünü Hak’ta bulan anlayışıyla Hacı Bektaş-ı Veli barışı, sevgiyi ve bilimi kendisine rehber edinmiştir. Hacı Bektaş-ı Veli’ye duyulan ilgi, saygı ve sevgi, Alevi-Bektaşi öğretisinin temelini oluşturan İnsan-Tanrı-Doğa sevgisine dayanan hümanist yaşam felsefesi ve öğretisinden kaynaklanmaktadır. O'nun anlayışında dinin kaynağı Tanrı korkusuna değil, Tanrı sevgisine dayanır.
"Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır", " Kadınları okutunuz"," Okunacak en büyük kitap insandır" diyen Hacı Bektaş-ı Veli, inancı hurafelerden arındıran; akla, mantığa ve sevgi temeline dayandıran; kadın ve erkek eşitliğini savunan bir düşünce adamıdır. Halk kültürüne ve eğitimine önem veren; üretimde ve paylaşımda sosyal adalet ilkesini benimseyen; "İnsanın alnı açık ve cesur dolaşması için her şeyden önce adaletli olması gerektiğini" savunan bir düşünürdür.
"Hiç bir milleti ve insanı ayıplamayınız!" Diyen Hacı Bektaş-ı Veli; Anadolu’nun sosyal, siyasal, ekonomik, etnik ve dinsel yapısını dikkate alarak, sevgi ve hoşgörü kültürünün temellerini atmış; uygarlıklar beşiği Anadolu’nun zengin kültür mozaiğini bozmadan, parçalamadan, farklılıklarıyla; sevgi ve hoşgörü temelinde bir araya getirerek ve tasavvufla yoğurarak, Anadolu Alevi ve Bektaşiliği'nin doğmasına öncülük etmiştir. Farklı dillerden, farklı köken ve kültürlerden gelen insanları bir bilen; ceylanla aslanı dost olarak kucaklayan bu anlayıştır. Bu anlayışın, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesinde ifade edilen düşüncelerin temeli olduğu; günümüz insanının, hâlâ bu anlayışa ulaşma çabası içinde olduğu yadsınamaz.
“GÖR” adlı hece şiirinde Mustafa Ceylan’ ın, şu öğüt ve kısaslarla dostuna seslenişini, Hak-Hakikât ve insan gerçeğine bakışında, (birleştirici özelliğiyle)büyük düşünür Hacı Bektaş-ı Veli etkisini açıkça görmek mümkün:
“Her ne arar isen vardır insanda,
İnsan ki aşk arar Martta-Nisanda...
Direksiz semaya uçtuğun anda
Yakıtı tükenmiş uçak ol da gör.
Hacer ül esved ol dost Kâbesinde
Yedi dil, bir dile dönsün sesinde.
Yok olan aşkların kulübesinde
Ucundan buz sarkan saçak ol da gör.
Aynaya benzersin hem de tıpa tıp
İnsana insanı gözle yansıtıp;
Umut doruğunda kından sıyrılıp
Buluta saplanan bıçak ol da gör.
Işık salkımıyla bağ yap özünü
Hoşça bak herşeye çevir yüzünü.
Karanlık gecede yumma gözünü
Soğuk güneşlere sıcak ol da gör...
'Ölmeden evvelce öl' de öyle gör...”
Bu anlayışa ulaşabilme çabası içindeki şairimiz, ilham aldığı Hacı Bektaş-ı Veli’ nin beş adet Makalât’ ına, Gülce Edebî Akımı’ nın Aruz’ la yazılan şekli olan “Tuğra” nazım türü ve (Mef'ûlü / Mefâîlü/Mefâîlü/feûl) kalıbıyla, birbirine bağlı ve birer dörtlükler halinde karşılıklar yazmıştır.
Hacı Bektaş-ı Veli, Makalatı’ nın birinci bölümündeki: “ Hak Teâlâ âdemoğlunu dört unsurdan yarattı. Bunlar toprak, su, ateş ve rüzgârdır. Ve dört bölük kıldı. Dördü de birbirinden farklı” sözlerine karşılık Mustafa Ceylan, şu dizelerle bu büyük düşünür ve ozandan ne derece etkilendiğini göstermekte:
“DÖRT UNSUR
Dört bir yönü, dört bir kere, dört bir yere ser
Kandil günü dört takvimi cemet bire ser
Tam dört kapının tokmağıyım tut elimi
Aşk var dünü hemhâl ede, dört yönde eser “
****
RÜZGÂR
Duy, dânelerin türküsüyüm duy, amanın!
Bil, gökle yerin ortasıyım, hem de canın;
Rüzgârla dokunsam bulutun saçlarına
Saçlarda derin hüznü kokarmış zamanın.
****
ATEŞ
Kantarda mı gerçek çağı koymuş çekiye?
Çığlık denizinden dağı bölmüş ikiye
Gözler ne kadar ağlasa âlevdi akan
Bin salkımı aşkken bağı vermiş hediye.
****
SU
Gel dupduru göllerde gözün ayna göre
Gel kupkuru çöllerde yıkılsın bu töre
Çağrımda suyun şarkısı var, haydi işit
Gel son turu dillerde duran, son sefere
*
TOPRAK
Rüzgâr, su, ateş; sonra da çılgın kara yer
Sonsuzluğa eş insanı, son kez kara yer
Kat kat yedi kat âhiretin tarlası o;
Kabrinde güneş olsa, eder maskara yer. “
Yunus Emre, insanları doğru yola çağıran bir derviş, gerçeğin ardı sıra dolaşan bir mistiktir. Bu gerçek, varlığın birliği ve her şeyin Allah'tan oluşudur. Kâinatta var olan her şey, bu görüntü yokken de vardı.
Allah'a kulluk etmenin asıl amacı, O'na doğduğu gibi tertemiz ulaşmaktır. Bu da gönülleri kırmamakla onları onarmakla mümkün olabilir. İnsana gösterilen saygı ve sevgi bir bakıma Allah'a gösterilmiş demektir.
Gönül kırmamak, hiçbir canlıyı incitmemek, gönül almak, büyüklük taslamamak hoşgörülü olmak, bilgili olmak, O'nun üzerinde durduğu başlıca konulardır. Herkes ayıbını ve kötülüğünü görebilmeli ve bunları düzeltmek için çaba göstermelidir.
“Mecnun gibi âşıklardan,
Yunus gibi eşiklerden,
Bir yavrunun beşiklerden
Gözyaşını silmeliyim.
Çeşmeye bakan taşların,
Buluta değen kuşların,
Caddelerde ağaçların
Gözyaşını silmeliyim.”
Diyen Mustafa Ceylan, Yunus Emre’ nin ( belli kurallarıyla bir insanlık disiplini olan) Allah'a dost olma felsefesini benimsemiştir. Yunus felsefesinde, kötü düşüncelerden arınmak, ölüm korkusunu yenip Allah ve insanlık yolunda çaba göstermek gerekmektedir. Elde tespih, dilde dua, her şeyden elini ayağını çekmiş insanlara yakıştırılan dervişlik, sonraları bir sapma olarak ortaya çıkmış; Yunus bu softalara şiddetle karşı çıkmış, şiirlerinde çokça yermiştir. Buna dair şu dizeleri kaleme almıştır Yunus:
"Dervişlik dedikleri,
Hırka ile taç değil
Gönlünü derviş eden
Hırkaya muhtaç değil"
Çeşmelerden bardağın
Doldurmadan kor isen,
Bin yıl dahi beklesen
Kendi dolası değil"
Diyerek bağnazlığı ve körü körüne kaderciliği, gerçek din düşüncesiyle bağdaştırmamıştır.
Anadolu'nun karışık dönemlerinde Horasan'dan birçok bilim adamı Anadolu'ya gelmiş ve bu karışık döneme, bir güneş gibi doğmuşlardır. Bunlardan biri de önce Karaman'da yaşayan daha sonra Konya'ya göçerek Mevleviliği kuran ve:
“Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok
Nice elbiseler gördüm içinde insan yok!”
Diyen Mevlâna’ dır. Mevlâna’ nın bu sözleri bize “Ayna ve İnsan” örneğini anımsatır. Bilindiği gibi aynada bir ön yüz bir de görünmeyen sırlı yüz vardır. Sır olmayınca ayna net görüntü vermez. Bu durumda aynanın asıl kudreti / özü sırında saklıdır. Aynanın niteliği, dışındaki görkemli görüntüsüyle değil, ardındaki sırın niteliğiyle ilgilidir.
“Sır sakladım, sırra döndüm aynada
Cevap gelmez yaptığım şu feryada
Yoktur gözüm hem de iki dünyada
Alın sizin olsun bendeki beni. “
İşte insan da ayna gibidir; bir görünen yüzü yani KABUK, bir de görünmeyen, derinde olan sırlı yüzü yani ÖZ’ ü, iç dünyası vardır. İnsanın niteliği kabuğundaki yaldızla değil, özündeki derinlikle, bilgelikle ilintilidir.
Benlik libasından soyunarak çıktığı bu tinsel yolculukta bayram yerine dönen özünü , sonderece etkili söylemlerle nakış gibi işler mısralara Mustafa Ceylan..
“Cümle yollar bir kavşakta buluştu
Buluştu da yolcular el tutuştu
İblis bile orta yerden savuştu
Alın sizin olsun bendeki beni…
İçim, dışım bayram yeri, gülüyor
Güneş bile nefes alıp soluyor
Sol göğsümde ihtilâller oluyor
Alın sizin olsun bendeki beni
Aşk yüzünden pervanece dönerim
Hem dönerim, hem de candan yanarım
Kopardığım yüreğimi sunarım
Alın sizin olsun bendeki beni”
Dizeleriyle Mustafa Ceylan; Mevlâna’ nın Şems’ ine, Yunus’ un “Çalap” ına benzer bir aşk ile adanmış özünün yanışını dillendirir.
“Bir yanardağ fışkırması
Benim gönlüm deli gönlüm.
Ceylanların hıçkırması
Benim gönlüm deli gönlüm.
Yükseklerde harman olur
Dertlilere derman olur
Aşk deyince ferman olur
Benim gönlüm deli gönlüm.
Neye yarar çok ile az
Biraz sevgi birazcık naz
Yunus’a can Veysel’e saz
Benim gönlüm deli gönlüm.
Kanatlanıp göğe uçar
Kendisinden kendi kaçar
Hasret hasret çiçek açar
Benim gönlüm deli gönlüm”
Diyen; “ Yunus’ un Odunu”, “Karıncanın gölgesi” olabilmeyi gerçek mutluluk saymış, deli gönlünü AŞK’ a ferman eylemiş bir Mustafa Ceylan vardır bu dizelerde.
Şiirde Tasavvufu her şekilde kullanabilen ve sonderece renkli, coşkulu bir anlatımla mısralara hâkim olan kalemdir Mustafa Ceylan.
“Gülce-Yunusca/Ziyadeli “ nazım türüyle yazdığı “Acaip Dünya” adlı şiirinde, üç günlük misafirliğimizi kanaviçe gibi işler mısralara…
“Misafir gelmişiz hem de üç günlük
Giyeriz sonunda cepsiz bir önlük
Kıldan ince aklı parçalayan yük
Çilesi biner omzuma
.....................Biner ha biner...
Ey Ceylan sen öğren nasıldır sonun?
Tahtadan bir atla bitecek sorun
Ermeden sabaha umut mumunun
Titreyip söner ışığı
.....................Söner ha söner... “
Sanat’ a adanmış bir ömrün 62. Senesinde kutlanan kırk dokuz yıllık bir yolculuktur naçizane yazıma konu olan...
Şiir ve edebiyat şevkime katkısını asla inkâr edemeyeceğim değerli hocam Mustafa Ceylan’ ın 49. Sanat yılına denk gelen 62. Yaş gününü bu vesileyle kutluyor; sağlık, mutluluk ve yine sanat’la dolu uzun ve başarılı bir ömür dileğimle saygılar sunuyorum…