ein Bild ein Bild
Sitemize Hoşgeldiniz, Ziyaretçi! Giriş Yap Kayıt Ol


Konuyu Değerlendir
  • 0 Oy - 0 Ortalama
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
KAYGUSUZ RİSALESİ (1)
#1
KAYGUSUZ RİSALESİ (1)


KAYGUSUZ ABDAL MENÂKIBNÂMESİ'NİN
TRANSKRİPSİYONLU VE GÜLCE'Lİ METİNLERİ



Bölüm: 1


Mustafa CEYLAN
*********************

RİSÂLE-İ KAYGUSUZ BABA,
SULTAN ABDAL MUSA, GAYBÎ BEĞ'İNE VARUB İRŞÂD OLDUKLARINA, EVÂ'İL-İ KİTÂB

KIZIL ELMA ÜLKÜSÜNÜN MİMARI
KAYGUSUZ ABDAL DESTANI


"Ba'dehu kendülerinun mesnevileri, ba'dehu gazeliyât-ı şerifleri ve tercî-i bendleri, ba'dehu kendülerinün seyr-i sülûk âleminde vâkı olan seyranları ve gayri hem asıl nüshadan ketb olundu. Hâl sahibi olan ve dervişân sahibi olan ve dervişân sıfatun aceleylen tahrir olundu. Günâne-i dil-gîr olmasunlar, kusûr olan mahalleri tashîh buyursunlar. Lâkin dervişândan gayri hâlsiz, zinhâr okımasun. Zirâ, âlem-i hakîkatdür, fehm idemezler. Galata düşerler , kendülere gadr-i küllî iderler."

*
Biz de deriz ki:

"Öncelikle, kaynağımız: Kaygusuz'un kendi yazdığı mesnevileri, gazelleri, terci-i bendleri ve diğer şiirleridir. Bu arada, hakikat iklimine koşularını anlatan asıl nüshadan (Abdurahman Güzel'in kütüphanesinde bulunan ve Türk Tarih Kurumu'nca 1999'da yayınlanan- KAYGUZU ABDAL-ALÂEDDİN GAYBÎ-MENÂKIBNÂMESİ adlı eserden) istifade ederek bu çalışma yapıldı. 

Hâl ehli, dervişân gönüllü ve Kızıl Elma ülkülü, Anadolu'yu aydınlatan Antalyalı bir "gönüleri" olan Kaygusuz Abdal'ımızı, yeni çağın yeni Edebiyat Akımı Gülce'nin şiir türleri ile sunmaya çalıştık. 

Zamanla koşu yaparcasına gayret ettiğimiz GÜLCE PROJELERİ kapsamında ki bu çalışmada noksanlıklar var ise, bu işi bilenler noksanlıklarımızı tamamlasınlar. Ama hem Gülceden ve hem de Anadolu sevdamızdan şikâyetçi olup; yolu sevgiden, barıştan, birlikten ve Türklük'ten geçmeyenler asla okumasınlar. Çünkü, bu çalışma onları rahatsız eder.

Çünkü, bu çalışmada sunulan Anadolu Erenini ve felsefesini anlayamadikları gibi, hataya düşerler, gerçeği ve onun arkasındaki sırrı anlayamazlar, kendilerini de bütünüyle yormuş olurlar." 

-*-

"Ale't-tahkîk, kitâb-temam-kitâb, eğer su'âl vârid olursa abdal okusun. Vesâir dervişân okusunlar ve bunlardan gayri kimesneler okumasun. Zâhir ulemânın dini vesâir dervişanlarun dinleri bizim dinimizden gayrı mudur? Böylece su'âl olundukda hâşâ dîn birdür, hilâf vehm ider. Öyle değildür. 

Bu kitâbı, ehl-i irfân menzilinde olan, kardaşlar içün anlamak âsândur. Zirâ, Sultan Kaygusuz Baba "Kaddessa'llâhu sırrehü'l-azîz" Hazretleri'nün kendilerü menzil ü merâtib sâhibi olmuşdur. 

Bu kerre kemâl-i merhâmetinden ehl-i tarîk olan kardaşlara kendülere in'âm olan menzîl-i bî-nihâyeden ifâde buyurmuşlar ki Hazret-i Allah'un kerem-i rahmetini ifâde idüb, bakın bana ne kerem oldı, sizler dahî sa'y idüb benim menzilime vâsıl olun diyü, yohsa gayri değildür. Zirâ, dahî ebcedi okuyub anlamadun pes... Ve ilimden söyleyenlerün ve hakâyıkdan bahs iden Sultanlarun cevabların nice fehm idersün? Mümkün değildür. Sonra galata düşüb, bütün inkâr idersün. "el-iyâzü bi'llâh" kâfir-i mutlak olursun. Kur'an-ı Azîmü'şşân(u'n manâsına nihayet yokdur. Sen henüz, sarf, nahiv, me'âniden haberdâr olmadan, kendü nâkıs aklınca manâ virürsün. Nice olursa bu tarîkatun dahi yolunu ve ıstılâhını bilmedün, velîyu'l-lâhun hâl kelâmını fehm idemez(sün)

Sakın bu sözlerime darılma! 
Senün selâmetüni isterüm. 
Eğer tâlib isen, Kaygusuz Sultan gibi, terk eyle dünyayı bir kâmil-i mükemmel, sâdıku'l-kavle meşâyıha teslîm ol, bak ne görürsün."


---------------------------------------------------------------------
Dipnot:
---------------------------------------------------------------------
(1)Eserin bu kısmı sadece MA nüshasında mevcuttur AG nüshasında yoktur. 
Kısaltmalar: 
AG(Abdurrahman Güzel, 
MA(İstanbul, Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Bölümü)
(2)MK,v.2b-3a.
---------------------------------------------------------------------

*

KAYGUSUZ RİSÂLESİ' nin bundan sonrasını, eserden aynen aktaracağız. 

Ve sonra biz de bu aktarımları GÜLCE EDEBİYAT AKIMI Şiir türleri ile (manzum halde) sunmaya çalışacağız.

*
----------------------------------------------------------------------

“Ehl-i tarîk içinde ma'rûf-u meşhur "Dil-güşâ" sahibi Kaygusuz Baba Sultan (K.S)Alâiye sancağı beğinün oğlı idi. Adına GAYBÎ dirlerdi. Gayet âkil, ârif, âmil, âlim, kâmil ve tüvâne idi. 18 yaşında anunla kimse mukabele turub, bahs idemezlerdi. (Her hâl üzerine cümlesün mülzem kılırdu.)Zirâ, ÇOK KİTÂBLAR OKUMIŞDI. (her)ulûmı, bi't-tamam bilürdi. Ve hem ziyâde pehlevânıdı. Zor bâzûya mâlik, at üzerinde silâh-şorlukda, ok atmakda ve kılınç çalmada ve gürz salmakda ve sunü oynatmakda hüner-mend idi. Bunun gibi işlerde O'nun nazîri yogıdı. Ve her daim, kendü kullarıyla çevre etrafında olan tagları şikâr iderdi: beber ve peleng ve kaplan(ve ahû eline)her ne geçirse ve gözi ne görse kurtulmazdı.

Günlerden bir gün, tevâbî'lerinden bir nice kimesneler ile şikâra çıkdılar. Vahş u tuyûrı şikâr iderken, Gaybî Beg-zâde ânı gördi. Bir âhû, anun önüne çıkageldi, çekdi. Toldurdı, ol âhûyı gözledi, küşâd virdi, ol ok kirişden çıkdı, ol âhûya dokundı, koltugından geçdi. Hâyli darb urdı. Ol âhû, sıçrayub kaçdı. Gaybî Beğ anun ardına düşdi. Kan akardı... Gaybî Beğ, anun kaçduğına bakardı. Becid üzerine at sürdi peşteler, dağlar ve vâdiler geçüb, bir sahrâya indi.

Meğer kim, ol zamânda velâyet erenlerinden bir kimesne varıdı. Adına Seyyid Abdal Musa Sultan dirlerdi. Bir'âlî âstâne bünyâd eylemişdi. Anun hizmetinde nice kimesneler mürid ü muhib olup kalmışlarıdı. Çok dervişleri varıdı. Her biri ayende ve revendeye hizmet iderlerdi. Ol âhû kim (Gaybî Beğ kogup gelirdi). Gaybî Beğ turub, âsitâne kapusından içerü girdiğin gördi. (Fi'l-hâl)der-akeb, ol dahı kapudan içerü girdi. Ol âhû görünmez oldı.

Dervişler ânı görüb, karşu geldiler. Gaybî Beğ'ün atını tutub:
-"Buyurun, ziyârete geldünüz ise, aşağı inün", didiler.
Gaybî Beğ eyitdi:
-"Benüm bunda bir oklanmış şikârum geldi ve ben ânı okıla urmışam, ol benüm şikârumdır nice oldı? Anı bana virün", didi.

Dervişler eyitdiler:
-"Burada böyle bir âhû gelmedi ve biz görmedk", didiler. 
Beğ-zâde eyitdi:
-"Hiç dervişler yalan söyler mi? Niçün inkâr idersinüz, ben ol âhûyı kendi gözümle gördüm bunda gelüb içerü girdigin", didi. Anlar ta'accüb itdiler.

-"Bizim haberimiz yok, bilmezüz" didiler. Beğ-zâde melûl u perişân oldı.

Bir zaman şöyle kaldı, fikre taldı.

-"Aceb bu âhû nice oldu?" Didi :
-"Bunlardan gayri kimünle söyleşirsüz? (Galabalarından işidüb, vahdedhânesinden Abdal Musa Sultan çağırıb eyitdi) :
-"(Dervişler kiminle)söyleşirsünüz?
Eyitdiler:
-"Sultanum, Alâiye Sancağı Beği oğlı Gaybî Beğ bunda geldi, atıla bizden şikâr taleb ider", didiler.
Sultan eyitdi :
-"Ânı okuyun, katuma geldin, ben âna cevâb vireyüm" didi.
Ol dervişler eyitdiler:
-"Sizi okurlar, erenler gelsün deyü buyurup" didiler. Hem ziyâret idün hem bir şâfî cevap alu, didiler. Gaybî Beğ dahı Sultanun hişâbın işidüb fi'l-hâl atından aşağı inüb eyitdi:
-"N'ola varalum ol mübârek cemâlini görelüm, ellerini öpüb, hâk-i pâyına yüzümüzi sürelüm" didi. İçeri meydana girdi, bakdı Sultanı gördi. Kadd-i hamîde kılub, selâm virdi. Dahı ilerü ikdâm idüb şeref-i dest-pûs eyledi. Yüz yire koyup ayakları türâbına yüzin sürdi, turdı. Andan girü çekilüb mukabelesinde el kavuşturub turdı. Seyydi Sultan Abdal Musa Hazretleri izzetle anun selâmın aldı.

-"Hoş geldünüz oğlum, safâ geldünüz, kadem getürdünüz, gönlün dilegün nedir?Söyle işidelüm, bilelüm" didi. Gaybi Beğ, keyfiyyet-i hâli ifade eyledi vaki'a'yı oldugı gibi şerh eyledi. Sultan eyitdi : 
-“Ol âhû senün neden şikârın oldu?”
Gaybi Beğ eyitdi:
-“Sultânum, ben ânı okıla urmışam dahı üzerine at sürüb hayli kovmışam, çok menzil aldı yoruldı güç ile bunda geldi Sutanum” didi.

Sultan eyitdi:
-“Ol okı görünce bilür misin?”didi. Gayb Beğ’ de “Bilirem” didi. 
Abdal Musa Sultan eyitdi:
-“Bak imdi, gör okunı”, didi. Kendü mübârek kolını yukaru kaldurdı, koltuğundan gösterdi. Gaybî Beğ bakub gördi ol atduğı ok, Sultan Abdal Musa’nun koltuğunda sancamış turur. Ol âhû suretinde gezerken (urdıgı)ol imiş ki, Beğ-zâde okıla urmış. Anı göricek, nâdim olub bir zaman kendüden gitdi, şöyle bî-hod oldı. Bir zamandan sonra kendüye geldi. Özr diledi. Tekrâr Sultanun elini öpüb, ayağına baş kodı. Tazarr’u vü niyâz eyledi. Sultan ol okı çıkarub öninde kodı ve buyurdu kim:
-“Dergâh-ı lutf u ihsân, ehl-i i’tizâza hemîşe meftûhdur. Ve günahına mu’terif olan daima müşâb u memduhdur. Biz geçdük(senin)suçundan, bir dahı böyle etmeyesün” didi. “Her gördüğün câna ok atmayasun”didi.

Beğ-zâde eyitdi:
-“Sultanum, bu bendenüzi hizmetünize lâyık görüb oğulluğa kabûl eylen, alâ kudreti’t-tâka hizmetünizi idelüm didi. “



*
”Sen bir ceylan olsan, ben de bir avcı 
Avlasam çöllerde saz ile seni” 
................................................Aşık Veysel 

Dinleyin ağalar, dinleyin beyler 
Eritir zamanı bu halkın gücü. 
Özlem duyuyorsa kahramanına 
Diriltir mezardan bu halkın gücü. 

Dilsize söyletir, gösterir köre 
Aminle, duayla dertlere çare 
İsterse indirir doruktan yere 
Çürütür tahtları bu halkın gücü. 

Haydutlar kayadır, gelinler ırmak 
Suları ortadan ayırır parmak 
Kâh Dicle-Fırat’tır, kâh Kızılırmak 
Arıtır çağları bu halkın gücü. 
Arıtır da nazlı yârim, taa kudretten arıtır 
Gönül imbiğinden geçer gider seneler 
……Geyikli Baba, Tavus Hatun ya da Eyüp Sultan’ı 
……Sarıkızı, Sarı Saltuk veya Merkez efendiyi 
……Efsunkâr zamanın aralığından 
……Efsâne efsâne getirir bize 
……Çoğaltır umut umut bu halkın gücü. 

Olmazı oldurur, yakar ateşi 
Çevirir gülşene kızgın güneşi 
İsterse on eder yedi kardeşi 
Kurutur neslini bu halkın gücü 

Bağlar çaputunu bağlar türbeye 
Hızırı uğratır şehire, köye 
Girer destanlara, girer öyküye 
Yürütür orduyu bu halkın gücü. 
……Yürütür de can gülüm, ta kudretten yürütür 
……Gönül sultanıyla geçer gider mevsimler 
……Mevlâna, Yunus ve de Pir Sultan’ı 
……Bardaklı Baba, Sarıca Kız ve Emir Sultan’ı 
……Devr-i devranın tam ortasından 
……Öylesine şahane getirir bize 
……Sağaltır hikmet hikmet bu halkın gücü 

Hoca Nasrettin’le düşün düşün gül, 
Karagöz, Hacivat başında püskül 
Kül atar haksıza ocağından kül 
Sırıtır yüzüne bu halkın gücü 

Seması, semahı, halayı, sazı 
Çilekeş anası, gül yüzlü kızı 
Karanlık gecenin iri yıldızı 
Kırıtır, salınır bu halkın gücü 

Evliyâsı, enbiyâsı, ereni 
Kaz Dağında, Kop Dağında cereni 
Seğmeni, efesi, dadaş, yâreni 
Farıtır birliği bu halkın gücü 
……Farıtır da ay balam, taa kudretten farıtır 
……Gönül dergâhından geçer gider takvimler 
……Battal Gazi, Hüdai sonra Şeyh Galip’i 
……Zincir Bozan Mehmet Bey’i, sonra da Abdal Musa’yı 
……Akreple yelkovanın dünyasından 
……Bir Yivli Minare, bir tekke, bir kubbe getirir bize 
……Kısaltır ayrılıkları, anlatır dil olup dilime, 
……Anlatır ay kızım, can oğulum işitin hele: 
Karamanoğulları devrinde, 
Beyler beyi Alanya Beyi'nin 
Gaybi adında bir oğlu vardır. 
…..Sığmaz ele avuca, 
……..İşi gücü 
……….Geçit vermez dağlarda 
…………At koşturup 
……………Cirit ata bir oğul… 
…………….Geyik avı peşinde 
……………….Zirvelerde yata bir oğul… 
…………………Yüreği sadağında 
…………………..Sevdasını okuyla 
……………………Susmayıp anlata oğul… 
Bey oğludur, Toroslarda nam salan 
Şu dağ senin, bu dağ benim dolaşan 
……..Günlerden bir gün 
……….. Bir alageyiğe rastlamış. 
…………..Arkasından yıldırım hızı ile at sürmüş, 
…………….Ancak yakalayamıyacağını anlamış 
………………..Anlamış anlamasına 
…………………..Başlamış Veyselce söylenmeye: 
“Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı 
Avlasam çöllerde saz ile seni 
Bulunmaz dermanı yoktur ilacı 
Vursam yaralasam söz ile seni 

Kurulma sevdiğim güzelim deyin 
Bağlanma karayı alları geyin 
Ben bir çoban olsam sen de bir koyun 
Seslesem elimde tuz ile seni 

Koyun olsan otlatırdım yaylada 
Tellerini yoldurmazdım hoyrada 
Balık olsan takla dönsen deryada 
Düşürsem toruma bez ile seni 

Veysel der ismini koymam dilimden 
Ayrı düştüm vatanımdan ilimden 
Kuş olsan da kurtulmazdın elimden 
Eğer görsem idi göz ile seni" 

……………Dedikten sonra, evet sonra; 
………………Yayını germiş, 
…………………Okunu fırlatmış… 

Ok 
Bulur 
Hedefi 
Fakat o ne? 
Yıkılmaz geyik 
Hem de tam aksine 
Koltuğunun altında 
Bey oğlunun oku ile 
Akar kanı, koşmaya başlar 
Geyik önde yiğit arkasında 
Aşarlar dere, tepe, düzlük, ova 

Bir geçite gelirler ki, soluklanır Beyoğlu 
Ve gene seslenir Veyselce: 
….Bu dağlar avcumun içidir benim 
….Arar da bulurum iz ile seni 
….Düşmüşüm peşine asla vaz geçmem 
….Bu yorgun, bu sakat diz ile seni 
……..Alanya dağları dar gelende oy 
……...Dim Çayı, Alara, har gelende oy 
……...Gümüş saplı okum zor gelende oy 
……...Tanırım ağlayan yüz ile seni 


Efsane bu ya; 
Ta Alanya Dağları'ndan 
Elmalı yöresine geçerler… 
………….Elmalı Ovası'nı 
……………Bir uçtan bir uca geçen 
…………….Yaralı alageyik 
………………Sonunda, 
………………..Bugünkü Tekke Köyü'nde bulunan 
…………………Abdal Musa Dergâhı kapısında 
…………………..Kaybolur gider. 
Beyoğlu 
Kan ter içinde 
Dayanır dergâhın kapısına… 

Birkaç derviş onu karşılayarak, 
………….Ne istediğini sorarlar. 

Anlatır Beyoğlu olup biteni 
Anlatır bir iyice nefes nefese. 

“Derviş baba, bir yaralı cerenim var burada 
Saklamayın, yol gösterin, bana gelsin naz ile 
Nice yollar, nice beller aşa aşa gelmişiz 
Kapınızdan içeriye giriverdi hız ile 
Beyoğluyum Alanya’dır meskenimiz yurdumuz 
Doğru söylen, aldatmayın, ey Hak diyen öz ile” 


Dervişler: 
- Biz, böyle bir Alageyik görmedik, derler. 
Israr eder Beyoğlu, 
………….Bağırır, 
…………....Çağırır 
Büyüdükçe büyür çekişme… 

Hayırdır diyerek 
……Dergâhın kapısına 
………….Nur yüzlü yaşlı bir şeyhtir 
……………..Abdal Musa çıkar gelir 
…………………Sorar:"Gürültüyü kim 
……………………Eder düşünmeden? "


Anlatırlar. 

Ve 
Bir tebessüm, bin ışık yağmuru 
Yağmurudur yağar bakışlarından 
Bakışlarından açar nar çiçekleri, 
Çiçekleriyle portakal ve limon kokusu sarar çevreyi 
Çevreyi can kırmızısında elma 
Elma yeşilinde aşk ve gizem doldurur 
Doldurur da doldurur… 

Açar, aralar Abdal Musa cübbesinin önünü, 
Koltuğunun altına saplanmış oku göstererek: 
- Oğul, atttığın ok bu mudur? der. 

………..Tanır Bey oğlu oku görür görmez, tanır… 
Birazcık da utanır. 

- Evet bu.. Benim okum. 
Onu, sapındaki gümüş halkasından tanıyorum. 

Böyle der 
Ama, kendinden de geçer… 

*
KAYGUSUZ RİSÂLESİ DEVAMLA:

“Sultan Eyitdi:

-“Oğlum, bu erenler yoluna mutlak mücerredlük gerekdür. Sonunı saymayub sonra peşîmân olmakdan tek turmak yegdür. Zirâ kim, bu yol ince bir sarp yoldur. Ve bu yolun derd ü belâ vü mihnet ü cefâsı boldur. Ve b u tarika giren kişi kâdir oldugı derece elden gelen işi men’itmeye halkdan kendüye her ne cefâ gelürse sabr eyleye cânib-i Hâk’dan ne belâ nâzil olursa, kendüye ganîmet bile feryâd (u figân)kılmaya incinüb melûl olmaya. Hakk Ta’âlâ Hazreteri’ nin her işinde bir hikmet vardur. Kahr u lutfına mazhar düşmüş, meselâ dünya vü ahret, cehennem ve cennet gice ve gündüz, kış ve yaz, gam ve şâdî, ağlamak ve gülmek, tağ ve sahrâ, yokış ve iniş, hep birbirine mukabildür. Bunı fehm eyleyen safî dil’dür. Hâlâ senün pederün bir sancak begi, hadem ve haşem sâhibidür. Ol sana bu riyâzeti çekmeğe rızâ vermez, var, imdü pederünden icâzet al, andan bizüm katumuza gel ve hem gönline danış ki sonra peşîmân olmayasın…

Beğ-zâde eyitdi:

-“Sultanum, benüm pederüm sizsiz bunda kalduğuma râzı olmazsanız, ben bundan gayri yire gitmezem ve bu âsitâneyi terk itmezem. Gelmek var gitmek ve dönmek yok”, didi. Pes öyle olsa, Sultan buyurdu bir halifesine:

-“Gaybî Beğ’ün başın tıraş idün. Gaybî Beğ’ün başını tıraş itdiler. Erkân üzre tâc u hırka geydürdiler ve tekbirlerile ve pend ü nasihatıla ana kisvet geydirüb, beline kemer bağladılar. Ol âsitâne-i saadetde erenler nazarında yir gösterüb bir post döşediler. Gaybî Beğ, ol post üzerine çıkub, iki diz üzerine edebiyle oturdı. Fahr libâsını kabûl idüb dünyadan el götürdi cümleden fariğ olup, Hakk’a tevekkül kıldı.”


*
Ve 
GÜLCELEŞEN MISRALARLA BİZ DEVAMLA :


Bin asır tutar bazı uykular 
Yâr koynunda uyumak meselâ
Anlatılmaz, anlatılamaz.
Bir yavrunun ana kucağında
Misler gibi düş kurmasını düşünün hele
Misli bulunur mu? 
Bulunmaz!
Ya musalla taşında, yâre gidiş kapısında
Kısa bir uykuya ne dersiniz?
Veya gözleri görmeyen bir insanın
Uyuması nasıldır, aklınıza geldi mi hiç?
Ham demirin alevden ocaklar önünde
Tükenişi ve teslim oluşunun uykusudur 
Beyoğlu Gaybî’ nin kendinden geçişi.
Varın siz tahayyül edin….

Dedi :
-“Bir 
Daha
Etmeye
Böyle zulüm
Ve atmayasın
Her canlıya oku !
Her can azizdir oğul,
Unutma ki sen de cansın
Candan cana ok atılır mı?”


Cevapladı:

-“Öperim elini, ayağını Sultanım,
Özür dilerim,
Hiç böyle düşünmemiştim.
Avdır diye bizim oralardan
Kovalaya kovalaya 
Gelmiştim.”


Dedi:
-“İnsan odur, her canlıyı bir tuta
İnsan odur, öldürmeye yaşata
İnsan odur, dost, kardeş, bacı, ata
A Bey oğlu, sen seni bil sen seni
Gücün varsa öldür de gel nefsini.

İnsan odur, incitmeye gönülü
İnsan odur, gönüllere dost gülü
İnsan odur, eli, beli, dili
Sağlam tuta; bil ey Gaybî sen seni
Gücün varsa öldür de gel nefsini.”


“Ve
Feth
Zafer
Bir âhûyu 
Yaralamak hiç değil
Gönüllere girmektir,
Olmaktır kimsesizin kimsesi
Olmaktır, kurtulmaktır hamlıktan Bey oğul! 


Utandı,
Sıkıldı,
Pişman oldu Beyoğlu
Gök çöktü üstüne
Yer yarılıp da gireydi içine
Düşmeyeydi bu hale keşke…

Ve ekledi :
-“Sultanım, kabul eyleyin oğlunuz olayım
Hizmetinizde olayım bir ömür,
Kurtarın hamlıktan, pişirin, oldurun beni”


Sultan :

-“Beyoğlusun, zordur bu yola girmek
Ve
Çok yorucudur yolda ilerlemek
Çile, sabır gerek.
Düşersin, şaşarsın, yorulursun ay oğul,
Pişman olursun sonra,
Sarp ince, mihnet, dert, cefa yoludur bu
Terk etmektir süslü kaftanları,
Soyunmaktır benlik gömleğinden
Terki bile terk etmektir Bey Oğul,
Belâyı ganimet bilmek senin işin değil,
Kahrı da, lutfû da hoş görmek, bu başka bir iş
Var git yoluna can oğul !

Sonra,
Bir yanda süslü Dünya
Öte yanda Cennet-Cehennemli ahret
Bir yanda gece, gündüz; kış, yaz
Öte yanda gam ve neşe, gülmek ve ağlamak
Yokuş ve iniş, 
Birbirine mukabildir hep
Ve arasında insan oğlu…
Var git yoluna var git oğul…

Sonra,
Sancak beği pederin
Razı gelmez bu olaya
Koyuvermez saltanattan çileye oğlunu
En iyisi sen
İzin al da öyle gel kapımıza,
Danış, düşün, karar ver de öyle gel katımıza
Pişman olmayasın a oğul.”


Durdu bey oğlu
Durdu zaman
Durdu güneş, ay, yıldızlar
Yaralı ceylandan farksız şimdi
Kımıldayası değil, kapaklanmış eşiğe
Göz ağlar, gönül ağlar, 
Ceylanımda öz ağlar hey anam heyy!...

Der :
-“Pederim sizsiniz Sultanım,
Bundan gayri gitmezem hiçbir yere
Ayrılmazam bu eşikten, terk etmezem.
Gelmek var, gitmek yok;
Ölmek var dönmek yok Sultanım…”


Seslendi :
“Tiz
Gaybî 
Beğimin
Tıraş edile başı
Giydirile erkan üzre
Tac ü hırka
Ve bağlana beline kemeri…”


Terkeylemek tacı, tahtı, kaftanı
Posta iki diz üzre, edeble oturmak
Ve giymek urbayı, hırkayı
Takınmak kemeri
El çekmek varlıktan, 
Yoklukta erimek yok olmak
“Hiç” olmak kısaca,
Ve gönülevinin duvarına 
Usta elinden besmeleyle çıkıp
Sevinçten ağlayan bir kerpiç olmak
Ah ne güzel, oh ne güzeldir ey Rabb’im…

*

KAYGUSUZ RİSÂLESİ DEVAMLA:

"GAYBÎ BEĞ'İN BABASININ ABDAL MUSA'YI ŞİKÂYET ETMESİ İLE TEKE BEĞİ'NİN HAKK'A YÜRÜMESİNE DAİR..."

"Beyzâdenin yanında bulunan refâkatçılar, ahûnun arkasından yalnız başına giden Gaybî Beğ'i kaybetmişlerdi. Dağları, ovaları, sahraları tamamıyla aradıkları hâlde onu bulamamışlardı. Nihâyet hizmetkârlardan biri kan izini tâkıben asitâne-i saâdete geldi. Kapıdan içeri bakdı. Gördü ki, Beyzâde buradadır. Hemen diğer yol arkadaşlarına durumu haber verdi. Gaybî Beğ'in arkadaşları asitâneye geldiler. Onunla konuştular. O' nun âsitânede kalmakta ısrar etmesi üzerine Alâiye'ye geri döndüler. Alâiye Sancağı Beği'ne oğullarının bir derviş olup Abdal Musâ asitânesinde kaldığını haber verdiler. Alâiye Sancağı Beği'de oğlunun Abdal Musâ Tekkesi'nden kurtarılması için Teke Beği'ne baş vurdu.

Teke Beği'de Alâiye Sancağı Beği'nin ricâsı üzerine Gaybî'yi Abdal Musâ Tekkesi'nden kurtarmak ister. Ona kendi bahadırlarından Kılagılı İsâ' yı gönderir. Kılagılı İsâ, Gaybî Beğ'i getirmek üzere yola çıkar. Abdal Musâ Tekkesi'ne varır. Durumu anlatır, fakat sert çıkması üzerine Abdal Musâ tarafından gösterilen kerâmetle Kılagılı İsâ, atından inmek isterken ayağı atın üzengisine takılarak atın ürkmesi neticesinde vücudu paramparça olarak Teke iline geri döner. 

Bunun üzerine Teke Beğ'i de askerlerini alıp Abdal Musâ üzerine yürür. Bu durum Abdal Musâ' ya daha önceden mâlum olur ve dört-beş yüz müridi ile beraber, semâ ede ede Teke Beği'ne doğru yürümeye başlar. Bu esnâda Teke Beği' de bir ateş yaktırmış ki içinde Abdal Musâ ve müridlerini yakmak istiyordu. Fakat Abdal Musâ ve müridleri bu ateşin içine semâ ederek yürüdüler ve ateşi tamamen söndürdüler. Bu durumu gören Teke Beği'nin askerleri tamamen dağıldı, Teke Beği'nin kendisi de düşüp öldü."


*
Ve 
GÜLCELEŞEN MISRALARLA BİZ DEVAMLA :

Aradılar, aradılar
Dergâhın çevresini
Döne döne aradılar.
Bir ahûnun peşin sıra
Kayıp olan Bey oğlunu
Yana yana aradılar.
Dağları, ovaları, sahraları
Bıkmadan, usanmadan
Çepe çevre aradılar.

Yok işte yok Beyoğlu'muz
Yer yarıldı girdi sanki içine

Alageyik kurban olam n'ettin söyle beyimi?
Kan yaş ile doldurdun bak, ağlayan gözlerimi
Yer yarıldı, dağ mı çöktü koşarken peşin sıra?
Bir koç yiğit gitmedi ya Arabistan, Mısır'a
Ahanda şu kan izindir bu yol boyu akmış bak
Ala geyik inad etme, Beğim nerde? Çabucak
Söyle de bilelim; 
Yandım aman, ben yanayım dağlar oy!
Toros yeli acı eser karaları bağlar oy !

Alageyik kurban olam n'ettin söyle beyimi?
Nasıl aldın bir çırpıda göğsümden yüreğimi?
Hani nerde, nere gitti, kartal bakışlı yiğit?
O yiğit ki çelik bilek, el değil bize ait...
Bir ok ile geçer idi oynaşan rüzgârları
Yola çıksa eritirdi koca koca dağları
Nasıl ettin, neler ettin?
Söyle de bilelim;
Yandım aman, ben yanayım dağlar oy!
Yol gösterir belki bize dua dua beğler oy!

Ve nihayet
Ve sonun başında,
Ve başın en sonunda
Kan izi, ayak iziyle ışıldarken zamanda
Dalıverdi dergâhın çift kanatlı kapısından içeri
Bir başkası...

Baktı şaşırdı,
Şaşırdı ovaladı gözlerini
İnanamadı,
Bir kere daha,
Bir kere daha baktı.
Çıktı nefes nefese dışarı
..........."Beyoğlu buradadır, içerdedir 
...............Traş olmuş, bağdaş kurmuş,
..................El pençe divan durmuş amanın da oy!"


Koştular bir soluk,
Bir soluk ki güvercin nefesi
Bir soluk ki at terlemesi
Yorgun ve meraklı...

Söyleştiler,
Sordular, 
Nedenini
Bir iyice anlamaya çalışıp
Bekleştiler.
Hattâ en yakın arkadaşı
Hattâ sırdaşları bir olup
Deştiler zamanı
Ama çaresiz kaldılar, oysa
Kardeştiler...
Yerinden bile kımıldamadı Beyoğlu
Sedirin en serin ve gölgeli kısmında
Sessiz sakin karanfil uykusundaydı
Yusuftu ve düşmüştü baş aşağı
LeyLa'nın kuyusundaydı,
Duvarlardan ses geldi,
Beyoğlundan :
................ "Hayır, gelmem!"

Döndüler sonunda Alanya’ya,
Döndüler ya nasıl dönüş bu
Per perişan, elemli...
Anlattılar bir iyice 
Olanı, biteni Beyoğlu'nun Babasına...
Fal taşıdır açıldı gözleri
Koca Alanya Beği'nin...
Bir anlam veremez,
...."Efsunlamışlar yiğidimi, belli !"
.......Der ve vurur ayaklarını yere,
..........Çalar fesini mindere:
............."Kahretsin!" 


Alâiye Sancağı Beği
Kurtarmak için Yiğit oğlunu
Baş vurdu Teke Beği'ne...
Beğin Beğe ricasıdır kırılmaz
Ve nedeni bile sorulmaz elbette.
Bahadırlarından Kılagılı İsâ' yı 
Gönderir Abdal Musa üstüne

Kılagılı İsâ Beğ
Varır tekkeye anlatır durumu
Bir de gözdağı vermek için
Sert çıkışır vesselâm...

Olan oldu o anda
İnmek isterken atından 
Ayağı üzengiye
Takılır oyyy...
Ve ürker at,
Koşar oradan oraya
Sürüklenir, yaralanır, şaşırır
Kılağılı İsa Beğ
Ve döner Teke iline

Durumu öğrenir Teke Beği
Toplar askerlerini
Ve yürür Abdal Musa üstüne

Yürür yürümesine lâkin
Bu durum malum olur Abdal Musa'ya
Ve dört-beş yüz müridi ile 
Semâ ede ede Teke Beği'ne doğru 
Yürümeye başlar koca Eren oy anam!

Teke Beği' de yakar bir ateş 
Alevleri göğe çıkar,
Yakmaktır maksadı
Piri ve talebelerini...

Hey ki heyyy...
Vay civanım vayyy...
Alev nedir, ateş nedir Ermiş'e ?

Semâ ede ede
Yürüdüler al ateşin içine
Ve yanmadılar
Pir ve talebeleri...

Gördü ya Teke Beği
O esnada düşüverdi atından
Ve
Oracıkta can verdi işte...
 
Cevapla
#2
"ALANYA BEĞİ'NİN ABDAL MUSA HAZRETLERİNİ ZİYARETİ ve ÖZÜR DİLEMESİNE DAİR..."

"Gaybî'nin babası, Teke Beği'nin ölümü üzerine;
Bu hâli gördi, bildi kim Sultân Abdal Musa Hazretleri velâyet ve kerâmet sahibidür.(Ol)Teke Beği ana yavuz kasdeylemiş idi. Ol sebep ile (bu) belâya uğraduğın bildi kazasını anladı o kazaya geldi.(insafa geldi), itdügi işlere nadim oldı, tevbe vü istiğfar kıldı. Fikr eyledi. Varup ol er ile mülakat idelüm, mübârek ellerin öpüb, ayaklarına yüz sürüb özr dileye ve kendüye tâbi ola. Ve üç yüz adamla kalkub Alâiye'den Abdal Musa Sultan'un âsitâne-i şerîflerine azm eyledi. Bunlar gelmede, bizüm sözimüz okınub, Sultan Abdal Musa'ya geldi:

Halifeleri ve dervişleri ile âsitane-i şeriflerine oturub sohbet eylerken mübârek başınu kaldırıb buyurdular ki:

-"Filân mahalde iki pınar çıkdı biri bal ve biri yağ revâne olub akdı. Yağ ve bal alub matbâhda bir yire toldırun. Bizim Gaybî' nün babası Alâiye Beği (Sancağı) kendüye tâbi üçyüz adamıyla gelüb bizimle mülâkat olmağa azim kıldı. İrte bir gün gelürler, anlara ziyâfet idüb konukluk iyleyelüm didi.
Dervişler işitdiler bilişüb gitdiler. Ol, didükleri mahalle vardılar, gördiler kim, iki(dâne) azîm pınarlar çıkmış birinden bal ve birinden yağ, şâfî-revân akarlar. Toldırub, üç gün üç gice her taraftan bilüb işiden adamlar geldiler. Ol pınarlardan yağ ve bal alırlar. Her biri kapların toldurdılar. Dördüncü gün oldukda, Abdal Musa Sultan eyitdi:

-"Şimden sonra ol pınarlardan su aksın" didi. Halifeler ve dervişler eyitdiler:

-"Sultan'um bu pınarları koyun, tâ kıyamete değin böyle bal ve yağ aksın. Nice kimesneler (fakîr) fukaradan mün'im olsunlar, szie hayır-duâ kılsınlar ve hem sizün yâdigârınuz olsun, diyu ilhâh itdiler. Ol Sultan buyurdı kim:

-"Ol, didüğünüz olur; lâkin Mîrî cânibinden âdemler gelürler, bizden sonra üzerlerine nâzır olurlar. Çok mücadele olur, fukaraya virmezler" didi.

Pes dördinci gün vardılar, gördüler kim, ol pınarlardan su akar. Halâ dahı ol demden bu deme degin yaz ve kış ol pınarlardan sular akardı(Kesilmedi). Bal ve yağ çeşmesi dirler. Ol vilâyetlerdeki meşhurdur.

Bu tarafta Alâiye (Sancağı) Beği üç yüz ademle asitâne kapusına geldiler. Atlarından aşağı indiler. Sultandan destur alub içeri girdiler. Sultan'un mübârek cemâlün gördiler, ellerün öpüb, ayaklarına yüz sürdiler. Her biri özrin kabul idüb buyurdu kim :


-"Dergâh-ı lutf u ihsân, ehl-i i'tizâra hemîte meftûhdur. Günahına mu'terif olan daima müşâb u memduhdur. Hoş geldinüz,(safa geldinüz)didi. Her birine yir gösterdiler, menzile yakın oturdılar. Üç gün üç gice konukluk itdiler. Bunlara âzim ziyâfet itdiler. Dervişler, hizmet gösterdiler. Gaybî Beğ dahi babasıyla (buluşub) görüşdiler. Babasınun elün öpdi. Babası dahı anun iki gözlerin öpüb nevâziş eyledi. Eyitdi:


-Oğlum, fahrin mezîd olsun. Aklına, fikrine (izânına) kurban olayum. Bu fâni dünyada âkil oldur kim mürşîd eteğine yapışa salihler veliler güruhuna karışa, âhiretde dahı anlar ile haşr ola" didi.

O, bugünden sonra Sultan'dan destur alub vedâ kıldı. Hâşır-ı safa vü hüsn-i rıza ile Gaybî Beğ'i, Sultan Hazretleri'ne teslim idüb, fi'l-cümle tevâbi ile kalkup, yine geldügi tarafa müteveccih revâne oldı. Alâiye'ye gelüp makamına (vü meskenine) karar kıldı.

Gaybî Beğ, Sultan Abdal Musa Hazretlerü'nün asitânesinde kaldı. Cân u dilden erenlere hizmet eyledi. Sultan Abdal Musa Hazretleri, sünnet nazarıyla Gaybî'nün yüzine bakub eyitdi:

-"Kaygudan rehâ buldun, şimden sonra Kayguusuz oldun" didi. Gaybî, yüz yire koyub meskenet gösterdi. Sultan, bu nutkıla Beg-zâde' nün ismini Kaygusuz diyü söylerdi. Andan sonra adı Kaygusuz oldı."


*
Ve
GÜLCELEŞEN MISRALARLA BİZ DEVAMLA :


(T)eke Beği, Teke Beği
Ş(E)rbet-i eceli içiverdi.
Ha(K)ikat köprüsü dar geldi de;
Ve y(E)rlere düşüverdi.

(B)ir Veli'nin tek parmağı
Y(E)ri, göğü tutar bir gün.
Da(Ğ)lar silinir, anında
Ve d(İ)k başını eğ, kara toprak
...........Onu dahi yutar bir gün

*

Düşünce atından ol Teke beği
Alâiye Beği gördü gerçeği.

Bir dergâh ki bahar yüklü içinde
Gönül bahçesinin en nadide çiçeği.

Hoş görünün bal damlatan ağacı
Rahmet yüklü bulutlardan ölçeği.

*
Güneş cümle yıldızları topladığında çevresine
Aşk ile nasıl dönerse ay balam
Seven ve sevdikleri de aynen öyledir işte
Günlerden bir gün
Sevenleri toplanmıştı çevresine
Aşk ateşinde yanmak, ışık olmak için
O gönüller Sultanı kaldırıp başını
Buyurdular ki:

-"İki pınar çıkdı meydana, iki pınar;
Biri bal ve biri yağ
Akar da akar, akar da akar.
Varın doldurun yağ ile balı
Bizim Gaybî’nin babası Sancak beği
Yola revan olmuş çıkıp gelmekte
Üç yüz atlısı ile bu yana
Konuğumuz ola, erenler!
Ertesi gün buradalar bilesiniz.
Konuk edelim dergâhımızda
Yağı bal ile karıp hoşça bir vakit
Varın hazırlanın, olmaz mı?”

İşitip bilişip gitdi dervişan.
Vardılar Pir’in işaret ettiği yere
Bal ve yağ akar bir çeşmenin
Karşısında durdular
Hayran oldular…

Doldurdular, kap, kacak ne varsa
Üç gün, üç gece doldurdular.
Dördüncü gün gelende Pir:

-"Şimden sonra ol pınarlardan su aksın" dedi.

Dervişan:

-"Sultanım bu pınarları koyun,
Kıyamete değin böyle aksın bal ve yağ,
Nice fakir, fukara, mümin,
Hayır duâ kılsınlar size
Ve yâdigârınız olsun bu çeşme bize”

Sultan buyurdu:

-"O, dediğiniz olur; lâkin
Mîrî cânibinden âdemler gelir bizden sonra
Ve “malımsarlar” çeşmeyi
Kavgaya tutuşurlar,
Vermezler fakire, fukaraya
Gariban yanaşamaz bile buraya
Endişemiz ondandır.”

Gelende dördüncü gün
Vardılar ve gördüler
Pınarlardan su akar.
Kesilmedi kaç asırdır bu çeşmenin suyu
Yağ-bal çeşmesi derler adına…

Güneş cümle yıldızları topladığında çevresine
Aşk ile nasıl ışık dağıtırsa cümlesine ay balam
Seven ve sevdikleri de aynen öyledir işte.

*
Bu hâli gördi, bildi ki
Sultân Abdal Musa Hazretleri
Velâyet ve kerâmet sahibidir.

(Ol)Teke Beği ona düşmanca
Davranmış, öldürmeye gelmişti.

Heyhat, atından inemeden daha
Aldı dersini,
Taştan taşa vurdu başın;
Bu hali gören Alâiye Beği
İtdügi işlere nadim oldı,
Tevbe vü istiğfar kıldı.
Fikr eyledi.

Dedi ki:

"Varup ol er ile
O ulu Sultan ile
Mülâkat idelim,
Öpüp mübârek ellerin,
Yüz sürelim dergâhına,
Dileyelim özür
ve
Tâbi olalım kendisine."

Ve

Üç yüz adamla kalkıp
Alâiye'den,
Abdal Musa Sultan'ın
Dergâhına
Çıka geldi, çıka geldi.

*
Tam üç yüz askerle dergâhın
Dayandılar kapısına.
İndiler atlarından aşağı,
Destur alıp Sultan’dan
İçeriye girdiler.

Öptüler Sultan'ın o mübârek ellerini
Yüz sürdüler eşiğine dergâhın
Işığı bölüştüler


*

Beğlik, Sultanlık neymiş
Soyundu cümle gömleklerden
Diz çöküp tutundu Hazreti Pir'in
Işık salkımı parmaklarına
Yumdu gözlerini
Yapıştırdı dilini üst damağına
Ve
Tekrar etti söylenileni...

Tövbe derler işte buna,
Dünya menfaati ne varsa ne,
O tarihe kadar yapılmış
Olumsuz hal ve hareketten,
Urbadan, şandan, şöhretten
Kurtulup da deli gönlü
Bir eşiğe yıkmak dır ki
Âlaiye Beği işte
Cümlesini yıka geldi, yıka geldi...

Aşk ve ilim hamlıkta değil
Olgunlukta ışıldarmış.
Bir tövbenin tek bir cümlesi
Göğü, yeri tutarmış.
Kudret silgisi silende mâziyi
Ve getirende ışıltılı yarınları
Karar kılanda insanoğlu
Hak gelende, bâtıl uçup gidende
Bir başka güzel olur gönül,
Bir başka güzel olur insan;
Âlaiye Beği' de bir başka güzel oldu
Bir başka insan oldu tövbesinden...

*
Bir Beğ bir derviş, bir eşik
Üç yüz at bekleşir bahçede
Ve üç yüz yiğit eşikte…
Bu gelenler,
Üç gün üç gece konuktur
Bu gelenler,
Safa geldiler, hoş geldiler, hoşa hoşça geldiler
Bir sofraki önlerine konulan
Kudret bahçelerinin bal dutundan tatlısı
Aşk çeşmesinin suyundan
Sürahiler dolusu umut ve sevda

Bir sancak Beği, bir derviş ve üç yüz yiğit
Geceyi yıldızına ağarttılar öylece
Yaprakları dökük ağaçlar gibi atlılar
Yağmur altında ıslaktılar
Yakamoz kıran sulara gömüldüler
Sohbetin orta yerinde, doydular
Sessizliğin uğultusuna doldular, dipsiz geceden
Manâ helezonlarında salınıp
Pişmiş ekmeğe döndüler fırında…
Işkınlandılar seherlere
Hüzün inceliğini giyindiler sakin…
Ham meyve kokusu yüzlerde olgun parıltılar
Gül terlemesinde bir ses var
Üçyüz atlıda suskun üçyüz dilde…

*
Dervişler,
Hizmet etti dervişler;
Gaybî Beğ dahi
Görüşeyazdı babasıyla
Ve öptü elini
Ve öpüldü iki gözü de
İki vakitte iki kez;
Dedi ki Beğler Beği :

“-A oğul!
Kurban olayım, aklına, fikrine
Er eteğin tutmuşsun ya ne güzel
İki cihan mamur oldu sana bil
Kaygu nedir bu dünyada dünyada
Silivermiş durmuşsun ya ne güzel!
Seni sana, seni büyük veliye
Hikmete uzanır bilirim yolun
İçinin baharında tebessümün goncası
Bu günden sonra, su yeşili duandan
Eksik etme bizi de, olur mu sen, a oğul!”

*

Ve Sultan'dan destur alub vedâ kıldı
Beğler Beği,
Ve gönül rızası ile
Teslim etti Gaybî Beğ'i Sultan’a
Ve döndü otağına Alanya’ya..

*


Gaybî Beğ,
Kaldı dergâhta
Gitti babası saltanatına
O kaldı gönül erenlerine
Hizmet etmeye.

Sultanlar sultanı Abdal Musa,
Sünnet nazarıyla baktı Gaybî'nün yüzine
Ve
Dedi :

-"Kaygudan rehâ buldun,
Şimden sonra Kaygusuz oldun"

*

KAYGUSUZ RİSÂLESİ DEVAMLA:

“Rivâyet bu vecihledür ki, Sultân hazretlerinün âsitânesine Kaygusuz kırk yıl, tamam hizmet eyledi, nâsibün aldı. Menzil ü merâtip sâhibi oldı. Gönlünden niyeti Ka’betu’llâh ( ve şerefetu’llâh)tarafına gitmeğe arzû kıldı. Bu şi’ri bünyâd idüp söyledi:

“Sataram cânum yolına kurbân iderem ben
Belirsüz olıcak cân u cihânı n’iderem ben

Şey’enli’l’llâh benüm gaybetüme kılıç salana
Hercâyî yüze gülüci yâri n’iderem ben

Hayvân adama zincir yular dahı tayanmaz
Ehl-i tarîkı bin nefesde yederem ben

Hüsnün cemâlün göreli geldüm imâna
Muhammedî’yem bu dîne ikrâr iderem ben

Hâl diliyle icâzet ister Kaygusuz Abdâl
Şâhum ıssı kâl kuşum uçdı giderem ben.”

Çünki Kaygusuz Baba bu kelâmı söyledi. Abdal Mûsâ işitdi.

-“Bana, divid ve kalem getürün diyü buyurdu. Fi’l-hâl getürdiler, hâzır eylediler. Sultân eline kalem ve kırtasun alup mübarek eliyle Kaygusuz’a bir “İcazet-nâme” yazdı, bu mazmûnıla :

“Bismillâhir-rahmani’r-rahim. Elhamdü’lillâhi’l-lezi ca’ale kulubü’l-arifin ila ahir.

Her ne kim vardur, cevâb içinde mestûr kıldı. Dahı buyurdu kim:

-“Bizümle müşâhede kılmak murâd eyleyen Kaygusuz’a nazar eylesün ve bizden hayır-du’â iltimâs eyleyen Kaygusuz’dan alsun. Sâfâ-nazarun ve himmetün, recâ vü niyâz kılsun ve her ne diyâra ki arz idüp (varsa)gerekdür ki, ol vilâyetün ekabir vü eşraf u agniya vu fukarâ her kim olsa mezbûr Kaygusuz’un üzerinde ber-vechile nazar-ı inayet ü merhâmet ü şefkât dirig buyurmayalar. Bu cânibün ri’âyet-i hâtırı içün âna, izzet ü hürmet kılalar. Anun kâdem-i kadûmin kendülere minnet-i azimle ra’iyet bileler. Dîdârlarıyla müşerref olub, safa-nazar-ı himmet ile mugtenim olalar. Ve ana olan ri’ayet ( ve himâyet) bu cânibe olmış gibidür. Şöyle bileler bâkî ne ola ki, ma’lûm-ı sa’âdet olmaya! Ve’s selâm.”

*

Ve
GÜLCELEŞEN MISRALARLA BİZ DEVAMLA :

Kaygusuz,
Bu gönüller dergâhına,
Tam kırk yıl hizmet eyledi.

Aldı nasibini
Bir menzile vardı ki
………..İçi dışı bahar,
……………..Sağı solu çiçek,
…………………..Önü ardı cennet…
Bir gurbete vardı ki
Baştan sona sıla
Baştan sona sohbet

Kapılar ve menziller açıldı üst üste
Sonsuzluğun penceresinden yağdı
Işığın cümbüşüne yağmuru
Ve ruhunun en gizli dehlizlerinin
Paklandı, arındı, durundu
En dipdeki çamuru
Ve
Zaman, giyinirken nuru
Kırıldı zembereği saatin
Yaka düğmesi koptu takvimin
Yeniden yeni bir mevsime indi
Serinledi,
“Ohhh!..” dedi…

Böyle olur sevdiğinde baharı
Ağaçta evvel seven giyinir
Çiçekli urbaları
Pirden evvel mürid
Ya da
Öğretmenden evvel öğrenci…

Sonra,
Evet sonra, bir’de bir olur, verenle alan
Bir ilim, bir ahlâk kaynaması yüreklerde
Kapılar açılır ışıklaşmış kapılar
Yürek şehrinin caddelerinde bir koşu başlar
Ruhun yükselişidir tabandan tavana
Hamlıktan kurtulmadır hamur yoğrulmasına
Olgunlaşmasına koşusudur ayakların
Of ki of, koşan bilir o yolları,
Düşen bilir kuyuya ay ışığı güzelliğini en dipte

Dünya kaygularının paslı zincirleri
Şakır şukur kopup kırılanda
Kaygusuzluk mührünü yiyende
Işık ıstambasından gül kokusu yüklenmiş
Alınların ortasına of anam!
Can mı dayanır buna?
Can, kanat takıp uçasında bir iklimdedir gayri
Can, zar içinde çekirdeğin çatlayan nefesindedir

Önce, belli belirsiz bir tebessüm,
Sonra, bir duraktır
Yolcuların akıp gittiği yol kıyısında
Seyrangâh camlarda insan gölgeleri
Günahın eritilmesidir şıp şıp şıp!

Kabın şeklini alma değil, kaba şekil vermedir
Metalin dilsiz yüreğine karışıp
Ardından ateş yalımı zamanlarda
Bir başka durak, bir başkası daha
İlerlemektir yol boyunca bıkmadan

Ve en sonunda hasbihâldir en Yüceyle
En mahrem saatlerin girdabında öylece
Ve
Durmaktır, kader durağının en cilveli yerinde

Durdu
Zaman durdu
Kagusuz durdu
Atomun zikrini duydu bir hoş oldu içi
Elektronun çaldı neyini
Döndü nötron
Döndü proton
Döndü su, bulut, buz
Döndü Kaygusuz
Kendi içinde
İçin de içinde döndü
Ve
Menzil ü merâtip sâhibi oldu.

Arzuladı Kâbeyi
Arzuladı kıble rüzgârlarında gülümseyen
Hacer ül esved taşını
Mıknatıs gibi çekiyordu o mübârek
Mıknatıs gibi…

Ve dedi ki bizim Kaygusuz :

“Sataram cânum yolına kurbân iderem ben
Belirsüz olıcak cân u cihânı n’iderem ben

Şey’enli’l’llâh benüm gaybetüme kılıç salana
Hercâyî yüze gülüci yâri n’iderem ben

Hayvân adama zincir yular dahı tayanmaz
Ehl-i tarîkı bin nefesde yederem ben

Hüsnün cemâlün göreli geldüm imâna
Muhammedî’yem bu dîne ikrâr iderem ben

Hâl diliyle icâzet ister Kaygusuz Abdâl
Şâhum ıssı kâl kuşum uçdı giderem ben.”

Ve
Bu arzuyu,
Bu sevdayı
Bu hasreti
İşitdi pir Abdal Mûsâ

Ve dedi ki:
-“Getirin bir divit ya da kalem”
Ve
Çekti besmeleyi
Hayır, hayır !
Besmele onu çekti dokuz gök üstüne
Arifler, âlimler makamına erişti durdu
Göklerin dili oldu kaleminden püsküren
Yürek sesiydi ak kâğıda dökülen
Yazmaya başladı “icazetnamesini”
Dedi Ki:

Bizi görmek dileyen
………………Kaygusuz’a baksın yeter
Bizden du’â bekleyen
……………..Kaygusuz’dan alsın yeter

Hoşça bakıp gül yüzüne
Dostça dalıp gündüzüne
Hikmet dolusu sözüne
……………..Uysun yeter…

Rica, istek, arzu, heves
Dua dua ışıklı ses
Kaygusuzca bulsun herkes
……………Sorsun yeter…

Bizi temsil eder bu zat
Aşk ilmine çekilmez hat
Himmet, ihlâs, sabır, sebat
…………….Dursun yeter…

Hangi diyara varsa
Ekabir, eşrafe sorsa
Her kim olursa, halktan
…………..Olsun yeter…

Baksın bakan, iyi baksın
Merhamet, şefkat bıraksın
Karanlığa ışıktan diz
……………Vursun yeter…

O bizimdir, biz de o’yuz
Menzil, makam, şehir, köyüz
Saatleri doğruluğa
………………Kursun yeter…

Ellerinde elimiz var
Kelamında dilimiz var,
Hiç solmayan gülümüz var
……………..Gülsün yeter…

Ona hatırımız için
Sormadan neden, niçin
Zenginliği hiçde hiç’in
…………….Sarsın yeter…

Seveler, izzet-i hürmet kılalar
Minnet tahtında kalalar
Kızıl elma, çatlayan nar
……………..Bulsun yeter…

Onu seven, bizi sevmiş gib’olur
Onu öven, bizi övmüş gib’olur
Sanki göğe değmiş gib’olur
……………..Değsin yeter…

Dünya fani, ölüm gerçek
Sonsuzluk da eriyecek
Selâm alıp da verecek
…………….Versin yeter…

Selâm olsun cümlenize,
Yakamoz düşer denize
Ona, buna, şuna, size
…………..Kayguzuzum gelsin yeter…

*

KAYGUSUZ RİSALESİ DEVAMLA

"Çün kim yazıldı, Sultan Hazretleri Kaygusuz’un eline virdi. Kaygusuz aldı, şeref-i dest-bûs kıldı. Tazarrû vü niyâz idüb meskenet gösterdi. Makamına geldi, karar eyledi. Şevk ü mahabbetünden ana bir teşnelük susuzluk ârız oldı. Bir keşkül içinde bir mikdâr yoğurt koyub üzerine şu-y-ıla ayran eyledi. Ol erenlerün verdüği icâzet-nâme kağıdun saklamağa hiçbir makûl yir bulmadı. Gönlünden fikr idüb eyitdi:

-“Bari ben bu kağıdı kendi kalbümde saklayayum, zâyi olmasun, diyüb ol yoğurt ayranınun içine toğrayub tenavül eyledi. Anda hâzır olanlar, bu hale ta’accüb kıldılar. Abdal Musa Sultan Hazretleri’ne gelüp vâkı’ayı olduğu gibi, keyfiyet-i hâli i’lâm eylediler, (eyitdiler).

-“Sultân’um bir divâneye bir nice zahmet çeküb, mübârek elinüzle icazet-nâme yazup verdiniz ol, ânun kadr ü kıymetini bilmeyüb, yoğurt ile tograyub yidi, didiler. Sultan bu haberi işitdi, tebessüm itdi:
-“Bana, anı çağurun haber sorayum niçün böyle eyledi? Fi’l-hâl Kaygusuz’a (gelüb) Sultân’un da’vetini bildirdüler. (Hemân-dem) kalkup huzûr-ı şeriflerine geldiler. Sultan âna (haber) sordı:

-“Niçün böyle eyledün? Didi. Kaygusuz, özr ü niyâz eyledi :
-“Sultân’um, sizin yâdigârınuzı saklamağ içün hiç bundan mâ’kûl bir yir bulamadum kendi kalbünde saklayam, didi. Sultân’a bu söz hoş geldi. Buyurdı:

-“Gayri kimesneler taşradan söyler, sen içünden söylesün, didi. Ol sa’at Kaygusuz’un gönül gözi açıldı. Cümle tamarlarından hikmet çeşmeleri cârî olup, akmağa başladı ve her bir nazarun ibret göziyle ve her kelâmın hikmet söziyle söylemeğe başladı. Ma’ni denüzine taldı, irdigi gevherler olan aldı. Meydân-ı ışka geldi bâzâr içinde meydân-ı muhabbetle sarrâf olan kıymetün bildi. Cân virüb satun aldı. Derûnundan cûş u hurûş idüp her kelâmun kendüden sâdır oldı. Bir gevher-i hass idi. Sanma ki anun gönli (pas idi). Ol nutkıla feth-i bâba oldı. Kaygusuz’un her sözi bir kitâb oldı. Gelen ârifler yazdı anun ma’nâsını bildi, anladı. Câhiller bilmeyüb tanladı. Hâlâ biz girü sözümüze gelelüm:

Sultan Abdal Musa hazretlerinün hizmetinde Kaygusuz kırk yıl tamâm hizmet eyledi."


*

Ve
GÜLCELEŞEN MISRALARLA BİZ DEVAMLA :

Yazdı mektubu yazdı
-Kim yazdı?
………………-Sultanlar Sultanı yazdı.

Yedi iklim dört cihana
Karıncadan canavara
Zerreden küreye
Damladan ummana
Çocuktan dedeye
Ariften alime
Cahilden halka yazdı
......................Harfin harfle yan yana
……………………Cancana dokunduğu bir mektup
………………..Kâinatın çatısından inen ışıktır.
……………..Ve mektubun her satırında
…………Bin erengülü kokusu vardır
……..Hangi ele dokunsa gül kokar
…..Hangi gözde okunsa gül yağar
..Hangi iklime düşse gül olur çıkar
Yan, yöre, çit;
Halka halka
Geçit geçit…

Al eline sevdiğinden bir mektup
Al da gör bakalım yüreciğin n’ola
N’ola gönlün, n’ola için, dışın
N’ola hâlin ey dost, sen n’ola?!

Ya bizim Kaygusuz n’apsın?
Ya bu Beyoğlu, sırma kaftanlı…
Tacı, tahtı, sırma kaftanı ve beyliği
Terk edip dergâha bağdaş kuran
Yağız çehreli yiğit n’etsin?

Sustu,
Sustu,
Bir hararet çöktü içine
Susadı kaldı.
Tutuldu dili
Kolu, eli, yanı yüzbin volt ceryanda
Parmaklarından belli, dizlerinden
Zangır zangır titremesinden
Hâli, ahvâli…

Yangın eviydi içi
Cayır cayır yanıyordu eli, yüzü
Unutmuş kalakalmıştı bir heykel gibi
Sözü ve sessizliğin kıyametinde deli
Divane yollardaydı sanki;
En çok mektup tutan avuçları
Avuç içleri yanıyordu öylece…

Koştu mutfağa
Bir kâse yoğurt ve su
Ayran çalkaladı hızlıca
O esnada mektub geldi aklına
Al-ateş eren mektubu
Gökler dolusu ağır ve nur mektup…
Bu mektubu nerede, nasıl saklasam acaba?
Deyip dururken, akna geliverdi işte

-“Bari ben bu kâğıdı kendi kalbümde saklayayım,
Zâyi olmasun, diye ayranın içine doğrayayım”
Dedi…
Dedi demesine de;
Gelin siz, orada bulunanlara sorun bir,
Bu alel acele, bu heyacan, bu yüzbin volt ceryan
Bu titreme sancılanması
Bu kamçılanması deli bir toynağın
Şaşırıp kaldılar öylece…

Ve
Abdal Musa Sultan Hazretleri’ne gelip olayı
Olduğu gibi anlattılar.

-“Sultân’um bir nice zahmet çekip,
Mektup yazıp, icazet verdiniz
O mübârek elinizle.
Bu divane
Bilmedi kadr ü kıymetini
Ayran tasına doğrayıp yedi” dediler.

O ulular ulusu
O erenler yıldızı
O çağın hoş süsü Sultan
Gülecekti, ama, tebessüm etti sadece
Dedi:
-“Çağırın gelsin bakalım Kaygusuz’u
Soralım hikmeti neymiş bunun?”

Çağırdılar,sordular :
-“Niçün böyle eyledün?”
Cevap :
-“Sultânım, sizin yâdigârınızı
Saklamak için bulamadım bundan mâ’kûl
Hiç bir yer bulamadım Sultanım;
Kendi içimde saklayayım…, “
Diye düşündüm…

Tebessüm edişi ondandı
Hoşuna gitti

-“Gayri herkesler taşradan, dışından söyler,
Sen içünden söylersin!” dedi Sultan
Ve
O saat açıldı gönül gözü Kaygusuz’un…
Akmağa başladı damar damar
Hikmet çeşmesi oy anam, oyy!
Dil tatlısı, susuz çöllerde yağmur
Göz izinde ışık tufanı
Böyle içilir Anadolu ozan bâdesi gülüm,
Böyl’olur kilidin açılışı
Böyl’olur halka halk mânisin saçılışı
Hey ki hey! Hey ki hey!!!
Okyanusa dalışı aşk testisinin
Ve kırılışı taşlı sahillerde kadehin,
Tuz buz oluşu hikmeylemesine
Suların en dibinden incileri
Tutup tutup çıkarışı böyl’olur işte…

Muhabbet meydanlarına selâm söyleyin
Varın selâm söyleyin bütün sarraflara
Ve kıymet bilen halk iradesine ay balam!

Coşkun ırmakların son deltasıdır bu gelen
Kelâm ilminin aşk mimarıdır nefeslenen
Yok ayrık, yok ikilik, yok sen, ben
Yok bile yokun içinde yok ders almış biz’den…

Bildi manâsın ârifler
Tan eyledi cahiller
Atomdan galaksiye
Eğilir Kaygusuz dinler

……..İnler Kaygusuz,
…………İnim inim inler
…………..Şimşeğin çakışı neyse
………………...Derin kuyularda suyun uğultusu
…………………….Yangın dinmiştir göğsündeki
……………………… Ve serinler…

*

KAYGUSUZ RİSALESİ DEVAMLA

"Meğer günlerden bir gün ahşam oldı: halîfeler ve dervîşler cümle meydâna gelüp menzil-i merâtibine göre her biri yerlü yerine geçüp, oturdı. Seccâdeleri üzerinde karar eylediler. Sultan Abdal Musa Hazretleri, sadr-ı a’lâda (geçüb) oturmışıdı. Kanûn-ı evliyâ üzre çerağ uyarub du’â-yı gülbenk eyitdiler.

Ol mahalede kagusuz Abdal, oturdugı yirden ayağ üzerine turub kapuya vardı. Yüz yire koyub erenler karşusında meskenet gösterdi. Gitmege destur ve havâlet alub, hayır-du’â (ve senâ) temennâ kılub Sultan’a bu hâl ma’lûm oldı. Çevre etrâfına nazar kıldı, buyurdı kim:

-Bizüm Kaygusuz’ a kim yoldaş olur, didi. Kaygusuz, tekrâr yüz yire koyub tazarru eyledi.

Pes, ol gice sabâh oldı. Ale’s-seher bir koyun kurbân idüb, bütün söyüş idüb pişürdiler ve anı, kırmızı püryân eylediler. Birkaç nân ile püryânı Kaygusuz’a virdiler. Dervişlerden birisi anı, kitefine alup getürdi ve hem Sultan ile halifeler ve dervişler (ile) Kaygusuz, namâz-ı fecri edâ kılub, du’â (vü senâ) kılduklarından sonra, kendûye tâbi olan kimesneler ile âsitâne kapusından dışarıu çıkub Sultan’ı ve halifeleri vedâ idüp, müteveccih ve revâne oldılar.

Meğer kim ol yire yakın bir menzil-gâh varıdı bir ulu kavak ağacı bitmiş idi. Çevrede etrâfı merg ü sebze-zâr idi. Bir ulu su akardı. Ol su, erenlerün âsitânesine gelürdi.

Çün kim Kaygusuz, ol mekâna geldi, bir mikdâr sâkin oldı.Ol sofrayı açup, içinde olan söğüş püryânı kısmet eylediler. Kırk kimesneye bahş idüp yidiler,şükrin didiler. Ellerün yudılar. Dahı oturup, sohbete meşgûl oldılar. Esnâ-yı sohbette Kaygusuz baş kaldırub, ol kavak ağacına nazar kıldı.

-Acep ulu çenâr degül midür, bu çenâr didi. Ne hoş yirde bitmiş bâlâ bülend olmış, diyü. Ol, hâd kavak ağacı idi. Âna, zer-gerdân kavak dirlerdi. Kaygusuz Sultan ânun kavak idügin bilürdi. İmtihan içün böyle didi. Anlar eyitdiler:

-Bu çenâr değil, bir kavak ağacıdur, didiler. Kaygusuz Sultan eyitdi:

-Ben ânı çenâr ağacı sandum, didi. Ayrık dahı hiçbir kelâm itmedi. Heman kalkub andan girü döndi, âsitâneye geldi. Karâr eyledi.Sultan Kaygusuz’un geldügini halifeler ve dervişler gördiler.

-Aceb niçün gitmedi, yine geldi? Didiler. keyfiyet-i hâl nedür bilmediler. Amma, Sultan’a ma’lûm oldı. Kaygusuz’un yoldaşları kendüye tâbi (yâr) olmadılar.

Ol gün ahşamı oldı, yine âdet üzre çerağ uyardılar. Kaygusuz durdı, yine kapuya vardı, yüz yire urdı. Peymânçe yirine geçdi. Sultan buyurdu:

-Bu def’â evvelki yoldaşları otursun ve gayrılar kalkub Kaygusuz’ un yanına varub tursunlar.

Fi’l-hâl kırk (nefer) kimesne dahı kalkup Kaygusuz’un yanına turdılar.”
*

Ve
GÜLCELEŞEN MISRALARLA BİZ DEVAMLA :


Günlerden bir gün, oldu akşam;
Bulunmaz elbet bu dergâhta,
Ne keder, ne gam;
Cümle dervişan ve müridan
Seccadeler üzerinde dizili
Can, can, can…
En başta, makamında
……………..Pir Abdal Musa Sultan

*

Gülbenk
Gül ve Benek
Gül gibi sözler dizisi işte…

Yemeklerden önce, sonra,
Yatmadan önce,
Veya sabahın seherinde
Uyanmadan yuvalarında kuşlar,
Yürümeden karıncalar ufacık adımlarla
Ağacın suya teşekkür ettiği vakitte,
Aşk bahçelerinde aşk, öyle güzel,
Hevenk hevenk…
Pir dilinde aşk
Bitimsiz bir gülbenk

Hele Perşembe akşamlarınde
Sohbet toplantılarında
Mantığın ruhla bir olup
Uçtuğu an ki, kelebek kelebek
Pir dilinde aşk bitimsiz bir gülbenk

Cem âyinlerinin açılışı, kapanışı
Ve yürütülmesi sırasında
Dedenin ya da dedebabanın
Duasıdır gülbenk…

Dili Türkçe.
Cümleler kısa ve uyumlu
Toplumsal ve kişisel yaşamın
Her alanında gerçek, başı-sonu
Olumlu;
Dost ilinde bitimsiz bir aşktır
Gülbenk…

*

Sultan Abdal Musa,
Evliyâlar kanunu üzre
Çerağ uyarıp
Etti gülbenk…

Ve oracıkta Kaygusuz Abdal,
Oturduğu yerden ayak üzerine durup
Vardı kapıya…
Yüzün yere koyup erenler karşısında
Başın eğdi.

Er kişi o’dur ki ben demeye a oğul
Çıkara üstünden sıfatlarla benliği
Seve yaradılanı, Yaradandan ötürü
Ve
Hoş göre cümle zerratı, nebatı, insanı

“Ben” demeye, soyuna benlik gömleğini
Giyine tevazu ve ihlâsın
Parıl parıl parlayan libaslarını,
Sonra eğe başını, olgun başaklarca
Tutuna kara toprağa kökleriyle
Uzana gelecek yüzyıllara
Dalıyla, budağıyla…

*

Eşik, eşik, eşik
Kapılarla birleşik
Menzilden menzile
Her adımla yerleşik.

Gönüllerin meş’alesi, ışığı
Abdal Musa Pir Dergâhı eşiği

Başımızda güvercinler dönüyor,
Hayat sanki, bir elekten eliyor
Tekke derler bizim köyde yanıyor
Gönüllerin meş’alesi, ışığı

Bu yörede konaklayan her kervan
İnsan insan umut yüklü can,can, can,
Hep bahardır, susuzluğa şadırvan
Abdal Musa Pir Dergâhı eşiği

Ve eşiğe baş koymuş Kaygusuz
Yapışmış sanki, ayrılası değil.
Melil, mahzun, kuzu sessizlemesi

Elbet, malum olacaktır Pir’e
Dal nasıl bilirse çiçeğini
Aynen öyle bilecektir
Sevdiceğini…

Orada, oracıkta
Muhteşem bakışlarla kanat çırpıp süzülen
Çağ dolusu bir erenin nazarı
Ve
Duası;
Oh ki ohhh!...

Ve buyurdu ki:

-“Kim yoldaş olur
Bizim Kaygusuz’a kim?”

Ayağa kalktı
Tam kırk kişi
Ve
Oturdular yanına Kaygusuz’un…

-“Uğurlar olsun,
Hayırlar olsun erenler,
Varın gidin Kaygusuzca Kaygusuzla”
Dedi pir.

Görkemli bir bakışın erittiği yürekle
Dil tatlısı sözlerle göğe uçtu Kaygusuz
Pirinden izin almıştı işte
Bayram içinde bayram bu olsa gerek.
Gece devrildi sabaha

Sabah, ıpıslak güneş
Seherin busesi alınlarda, yüzlerde

Seher vakti bir koyun kurban edip
Söyüş idüb pişirdiler dergâhta
Birkaç ekmekle Kaygusuz’a verdiler.

Veda vakti gelmişti
Gönüller Sultanına
Ve arkadaşlarına
Ve diğer talebelere veda…
Kılındı fecir namazları
Uğurlandı yolcular,
Dualarla, âminlerle.

Dergâha yakın bir menzile vardılar,
Bir ulu kavak ve akıp giden bir su…
Sebzelik, bağlık, yemyeşil bir çevre…
Su, Abdal Musa dergâhına akardı

Kaygusuz, açıp sofrayı,
Sade suda kaynatılmış et
Ve kızartılmış et kebabını
Kırk kişiye taksim edip dağıttı.

Yediler, şükür dediler.
Yudular ellerini
Sonra oturup,
Koyuldular sohbete.

Sohbetde sırasında
Başın kaldırıp,
Baktı kavak ağacına
Ve dedi ki Kaygusuz:

-“Acep ulu çınar değil midir, bu çınar?
Ne boş yerde bitmiş, boy uzatmış.”

Bilirdi Kaygusuz, kavağın kavaklığını,
İmtihan için,
“Çınar değil midir?”diye sormuştu
Zergerdan cinsi kavağa bakarak.

Dediler:

-“Bu çınar değil, bir kavak ağacıdır”

Kaygusuz :

-“Ben onu çınar ağacı sandım” dedi
Ve başkaca hiçbir kelâm etmedi.

Hemen kalkıp oradan,
Döndü geri,
Geldi dergâha;

Kaygusuz’un geldigini
Gördü halifeler, dervişler.

“Aceb niçin gitmedi, yine geldi” dediler.
Sebebi acep nedir, asla bilemediler.

Amma,
Malûm oldu Sultan’a.
Kaygusuz’un yoldaşları
Kendisine tâbi (yâr) olmadılar.
Olamadılar,
Anladı, hissetdi, bildi pir…

*
Ölü neyse ölü yıkayıcı elinde
Seven de odur sevdiğinin avucunda

Tohum neyse boz toprağın sinesinde
Bahçıvanın fıskıyesi nasıl sularsa bahçeyi
Kapı üstünde kilit,
Kilit içinde anahtar neyse;
Sebep sonuç neyse cümle hadisâtta
Seven ve sevilen de odur işte…

*
O gün akşam oldu,
Yine âdet üzre çerağ uyardılar.

Kaygusuz durdu,
Yine kapıya vardı, yüzün yere urdu.
Ve ardından;
Sultan’ın yakınında,
Onu duyacak, işitip, cevap verecek
O eski yerine geçti

Buyurdu Pir:

“-Bu def’â evvelki yoldaşları otursun
Ve gayrılar kalkıp
Kaygusuz’un yanına varıp dursunlar.”

Kırk (nefer) kimse, kalkıp
Yanına dikildiler…


Mustafa CEYLAN
 
Cevapla
  


Foruma Git:


Konuyu Görüntüleyenler: 1 Ziyaretçi

Android Haberler | Ansansanat | Borsa Yorumla | Gülce Edebiyat | Türkçe Dersi