11/02/2015, 01:00
ANTALYALI ŞAİRLER(1) : Baki Süha EDİBOĞLU
Mustafa CEYLAN
**************
Şairler bilirim, doğmadan ölür şiirleri; kalem ucunda can verir mısraları. Şairler bilirim sonsuzluğa kanat açar şiirleri. Unutulmazlar arasına nakışlanır isimleri. Özellikle günümüz şiir dünyasında internetin getirdiği kolaylıkla bir curcuna, bir sis, bir duman var ki göz gözü görmemektedir. Ölen kim, kalan kim, geleceğe yürüyen kim onu bile fark edemiyoruz.
Bugünden 1930’lar Türkiye’sine yani bundan 80-100 yıl öncesine hareket edecek olur isek, orada, o eski zaman diliminde; mikrofonunun başında Ahmet Muhip Dıranası heyecanla bekleyen bir program yapımcısını görürüz. O spiker, o radyocu, o program yapıcı, has şiirin has bahçelerinden derleyip topladığı şiire dair soru güllerini soracaktır röportajında konuğuna… Ve televizyon denilen renkli, sihirli beyaz cam daha girmemiştir ülkemiz insanının gündemine. Radyo, o efsunkâr, o kısa dalga, uzun dalga, orta dalga diye üç dalgasıyla insanlarla asla dalga geçmeyen, ciddi, içten, sevecen, samimi, candan alet yok mu? O güzelim âlet ki, evlerde bulunması o evin havasına hava katar, bir ayrıcalık getirir, üstünlük sağlar ki onu haber saatlerinde, ajans saatlerinde en çok rahmetli halk ozanı amcam dinlerken sevmişimdir ben de… Evin ahşap sedirleri ve minderleri üstüne rahatça uzanmış halk ozanı amcam, karşı duvarda, yerden biraz yüksekçe, benim çocuk boyumun yetişemeyeceği yükseklikte, ancak bir sandalye koyarak “kulağını büküp sesini açıverdiğim” yerde dururdu, üstünde annemin yorgun parmaklarından gül nefesi sürülmüş dantel işlemesiyle… Gerçi, bizler televizyonun ilk gelişine, renksiz gelişine, haftada bir gün yayın yapışına şahit olduk, amma, en çok radyoda “arkası yarın”, “silahlı kuvvetler saati”, “yurttan sesler” unutulmaz besteler” gibi programları dinlemekten hoşlanırdık.
Bizden tam 20 sene öncesine uzanırsak, mikrofon başında Yahya Kemal Beyi veya Ahmet Muhip Dıranas’ı bekleyen şair yürekli spikeri, yani BAKİ SÜHA EDİBOĞLU’ nu görürlerdi…
Aylardan Nisandır ve yıllardan 1915 de doğmuştur Cennet Antalya’da. Babası müderris Ahmet Edip Beyin ve doğduğu şehrin portakal limon bahçeleri nakışlamıştır duygu dünyasını. Akdeniz kadar mavi ve engin, Toroslar kadar yüce ve yeşil, Antalya kadar güzel ve özel bir dünyadır, çevresini saran Baki Süha Ediboğlu’ nun.
Her kab içindekini sızdırırmış. Ya içi boş kaplara ne demeli? Günümüzde estetikten, sanattan ve şiirden yoksun kabların teneke gürültülerini şiir sanmayın aman ha ?!
Ya kabın içini kim ve ne ile doldurur dersiniz?
Aile mi, çevre mi, eğitim mi, töreler mi, arkadaş çevresi mi, yaşananlar mı, okunanlar mı, hayat tecrübeleri mi? Ne ile doldurursanız doldurunuz illâ ki, yaşadığınız coğrafya ve iklim sizin dilinizin sesi olacaktır.
Baki Süha Ediboğlu’da Antalya ve İstanbul’u doldurmuştur yüreğine. Şiirlerinin ruh köklerinde en çok bu iki cennet vardır.
Şiirlerini dalgalar, rüzgâr, dağlar, deniz, gece, çiçekler, ışıklar, orman, bahçeler, kuşlar, yaz veya bahar, ve mutlaka bir çocuk, portakal bahçeleri, gökler, kilimlerle dolduran, hayatın akışına uygun, sıcacık, sivri çıkışları olmayan, yırtmayan, yıkmayan ifadelerle, kadife yumuşaklığında dokuyan bir şairimiz. Ve şairimiz, bu dokuduklarıyla, şiir evreninin ana malzemeleriyle, suların, şırıltıların, renklerin ve kokuların şehri Antalya’ nın şairidir. Antalya’dan ayrılıp İstanbul veya Ankara’ya göç ettiğinde de yine bu efsunkâr falezler şehrinin özlemini yazmadan edememiştir. İstanbul’da İstanbul’u yazmıştır, ama daha çok Antalya’ya özlemini yazdığı mısralarla büyülemiştir beni.
Şiirlerinin iç musikisini genellikle1930-1945 lerin modası olan “tekerrür-tekrar sanatı” ile sağlamaya çalışarak, kendisini zora sokmamış, kolaycasına, sanki huzurla, tuvali karşısında resim yapan, bir manzara resmi çizen kelimelerin ressamı olarak kaleme almıştır. Bu tekrarlar kelimelerden oluşunca yapısı sağlam ses yansımalarını getirmiştir. Tekrarları redifler veya mısra tekrarları şeklinde olan şiir mimarisinde, konunun anlatım kolaylığını yakalamış, kupleler arasında geçişlerde asla kopukluklar meydana getirmemiştir.
Bazen tekerrür sanatını o kadar ileri götürmüş ki, Türk Halk edebiyatının zincirbendini yeni bir normda kendi şiirine sokmuş veya Fransız kökenli Villanelli, İNGİLİZ-Catena Rondo şiir türlerini bile geçmeye çalışmıştır. Bana göre şiirde tekerrür sanatı yapmak iyidir, hoştur, güzeldir ama, fazlası da iyi değildir. Detanasyon- yani VURUNTU yapar ki, kelimeleri oluşturan harflerin ağırlıkları dinleyici yorar ve şiiri sesli okumakta zorlanırsınız. Nitekim şairimizin “O Andaki Coşkuyla” başlıklı şiiri bu türden, içinde zorlama ve ses yığılmaları olan bir şiirdir.
Oysa Baki Süha Ediboğlu, fazlaya kaçmayan kelime tekrarları ile kafiyenin sağladığı ses ritmini yakalamış, yalın söylemleriyle de şiir halısını riske sokmadan dokumuş bir şairimizdir.
Şu dizelerdeki duyguya bir bakın hele :
“Dün akşam gün batmadan/Yaşlı ölülerin arasına/bir küçük misafir geldi./Çocuk bahçesinde kovası kalmış/Kumları n üstünde küçük küreği/besbelli çok yorgun hemen uyudu///
Doğruldu yerinden yaşlı bir ölü/Örttü üstünü:/Mademki annesi burada yok/Bu küçük kız bize emanet/İlerde yatan bir başka ölü/Yavaşça seslendi:/Başındaki kurdelayı çözüp katlayın/Ütüsü bozulmasın/
Diyen bu kadar duygulu, bu kadar ince, hassas bir kelime ressamının anlatım tekniğine bakınız. Bu şiir, ne kadar yalın ve ne kadar derin… Asla imgeye boğulmamış bir anlatım tekniği. Lirik, yalın…. Resmine ve resmindeki manzaraya yüreğini aksettiren bir kelime ressamı işte.
En çok “Toroslu Ceylan” gözleriyle görüp, şiir topraklarımıza düşen en eski aydınlığın sesidir şair. Kendi eşine bile sade, yalın, yapmacıksız “
Avuçlarımda evimin bereketi/Gözlerindedir huzurum/Sabahlar güvenim/Akşamları sükunum///Çocuklarımı karnı tok/Sırtı pek gezdiren/Sabahları kahvemi pişiren/Elbiselerimi ütüleyen sen///
Akşamları mahzun şehirlerimiz/Köylerimiz için/Radyoda şarkılar söyleyen///Gözü tok eli açık/Aşçım çamaşırcım/Ütücüm sanatkârım/karım” diye seslenen şair.
Şimdi de şairi şair yapan Akdeniz’e ve Antalya’ya bakalım, olmaz mı?
Antalya’mızın bana göre dağları denizi kadar güzeldir. Şairimiz “Dağ Türküsü” şiirinde;
“Ben dağlarla konuşmasını bilirim/Şu dev yürekli dağlarla/akıllıca delice ////Ya ben onlara giderim/Ya onlar bana gelir/Gün aradan çekilince///Susmasını onlardan öğrendim/Acılara katlanmayı/Kurtlarınca kuşlarınca///Ben dağlarla konuşmasını bilirim/Ağaç ağaç, çiçek çiçek/İnsanlardan kurtulunca////diyor.
“Akdeniz” başlıklı şiirinde “Şarkısı başkadır sümbülün/Torosların eteğinde/Işıl ışıl güneş kokar/Mor teninde” der.
“Londralı Sokak Çalgıcılarına” seslendiği şiirinde “Avşar türküleri bozlaklar uzun havalar/Toroslarda Beydağı’nda saltanat kurmuşlar/Siz benim şarkılarımı bilemezsiniz” dedikten sonra;
Bir başka şiirinde “Sen Akdeniz’i bilirsin/Mavi hem ölüm hem aşktır/Korkularla paylaşılan/İşte şu dağın ardında” deyiverir. “Karanlıkta geçen Gemiler” şiirinde “Sizi gördüğüm günü hatırlıyorum/Akdeniz’de sular kabarırken/Göğsümü parçalayan aşkın/Güzelliği boyunca/Dağlarda bulduğum kokun/Sularda yitirdiğim gölgen”
Dağ der “ Dağ rüzgârı” demez mi?
“Aman ne güzelsin dağ rüzgârı / Ayışığı kokuyorsun/Kat beni önüne sür götür/ Nereye olursa olsun/”
Ve
“Seslen bana dağarın ardında kalan çocuk/Antalya’da saatler şimdi kaçı çalıyor?”
Ve
“Torosun bir yanı deniz/Bir yanı gece/ Mosmor sümbül bahçesi/Akdeniz’de gece”
Ve
“Çıralı dağın başı bulutları deliyor/Gölgesi denize vurmuş/Eteğinde kabristan/Mor ışıklar içinde/Yağmur yağıyor…”
Ve
“Dağlar devrile devrile/Rüzgâr savrula savrula/esip geçer esip geçer”
Özetle;
Şairimiz DAĞLAR’ı kaleme aldığı mısralarında;
Devrile devrile geçen/başı bulutları delen/gölgesi denize vurmuş/bir yanı deniz, bir yanı gece ve kabristan/ardında şairin çocukluğunu saklayan dağlardır.
Ayışığı kokan rüzgârları vardır, Aşkı, ölümü ve korkuyu paylaşan dağlardır. Yâr kokusunu şairine getiren dağlar… İnsanlardan kurtulunca en çok insana benzer dağlar ya da insana kendini hatırlatan, şairiyle konuşan dağları vardır şairin.
Şair, dağlardan deniz, portakal ve limon bahçelerine atar kendini. Dilinde Avşar türküleri ve bozlaklar vardır.
Mustafa CEYLAN
**************
Şairler bilirim, doğmadan ölür şiirleri; kalem ucunda can verir mısraları. Şairler bilirim sonsuzluğa kanat açar şiirleri. Unutulmazlar arasına nakışlanır isimleri. Özellikle günümüz şiir dünyasında internetin getirdiği kolaylıkla bir curcuna, bir sis, bir duman var ki göz gözü görmemektedir. Ölen kim, kalan kim, geleceğe yürüyen kim onu bile fark edemiyoruz.
Bugünden 1930’lar Türkiye’sine yani bundan 80-100 yıl öncesine hareket edecek olur isek, orada, o eski zaman diliminde; mikrofonunun başında Ahmet Muhip Dıranası heyecanla bekleyen bir program yapımcısını görürüz. O spiker, o radyocu, o program yapıcı, has şiirin has bahçelerinden derleyip topladığı şiire dair soru güllerini soracaktır röportajında konuğuna… Ve televizyon denilen renkli, sihirli beyaz cam daha girmemiştir ülkemiz insanının gündemine. Radyo, o efsunkâr, o kısa dalga, uzun dalga, orta dalga diye üç dalgasıyla insanlarla asla dalga geçmeyen, ciddi, içten, sevecen, samimi, candan alet yok mu? O güzelim âlet ki, evlerde bulunması o evin havasına hava katar, bir ayrıcalık getirir, üstünlük sağlar ki onu haber saatlerinde, ajans saatlerinde en çok rahmetli halk ozanı amcam dinlerken sevmişimdir ben de… Evin ahşap sedirleri ve minderleri üstüne rahatça uzanmış halk ozanı amcam, karşı duvarda, yerden biraz yüksekçe, benim çocuk boyumun yetişemeyeceği yükseklikte, ancak bir sandalye koyarak “kulağını büküp sesini açıverdiğim” yerde dururdu, üstünde annemin yorgun parmaklarından gül nefesi sürülmüş dantel işlemesiyle… Gerçi, bizler televizyonun ilk gelişine, renksiz gelişine, haftada bir gün yayın yapışına şahit olduk, amma, en çok radyoda “arkası yarın”, “silahlı kuvvetler saati”, “yurttan sesler” unutulmaz besteler” gibi programları dinlemekten hoşlanırdık.
Bizden tam 20 sene öncesine uzanırsak, mikrofon başında Yahya Kemal Beyi veya Ahmet Muhip Dıranas’ı bekleyen şair yürekli spikeri, yani BAKİ SÜHA EDİBOĞLU’ nu görürlerdi…
Aylardan Nisandır ve yıllardan 1915 de doğmuştur Cennet Antalya’da. Babası müderris Ahmet Edip Beyin ve doğduğu şehrin portakal limon bahçeleri nakışlamıştır duygu dünyasını. Akdeniz kadar mavi ve engin, Toroslar kadar yüce ve yeşil, Antalya kadar güzel ve özel bir dünyadır, çevresini saran Baki Süha Ediboğlu’ nun.
Her kab içindekini sızdırırmış. Ya içi boş kaplara ne demeli? Günümüzde estetikten, sanattan ve şiirden yoksun kabların teneke gürültülerini şiir sanmayın aman ha ?!
Ya kabın içini kim ve ne ile doldurur dersiniz?
Aile mi, çevre mi, eğitim mi, töreler mi, arkadaş çevresi mi, yaşananlar mı, okunanlar mı, hayat tecrübeleri mi? Ne ile doldurursanız doldurunuz illâ ki, yaşadığınız coğrafya ve iklim sizin dilinizin sesi olacaktır.
Baki Süha Ediboğlu’da Antalya ve İstanbul’u doldurmuştur yüreğine. Şiirlerinin ruh köklerinde en çok bu iki cennet vardır.
Şiirlerini dalgalar, rüzgâr, dağlar, deniz, gece, çiçekler, ışıklar, orman, bahçeler, kuşlar, yaz veya bahar, ve mutlaka bir çocuk, portakal bahçeleri, gökler, kilimlerle dolduran, hayatın akışına uygun, sıcacık, sivri çıkışları olmayan, yırtmayan, yıkmayan ifadelerle, kadife yumuşaklığında dokuyan bir şairimiz. Ve şairimiz, bu dokuduklarıyla, şiir evreninin ana malzemeleriyle, suların, şırıltıların, renklerin ve kokuların şehri Antalya’ nın şairidir. Antalya’dan ayrılıp İstanbul veya Ankara’ya göç ettiğinde de yine bu efsunkâr falezler şehrinin özlemini yazmadan edememiştir. İstanbul’da İstanbul’u yazmıştır, ama daha çok Antalya’ya özlemini yazdığı mısralarla büyülemiştir beni.
Şiirlerinin iç musikisini genellikle1930-1945 lerin modası olan “tekerrür-tekrar sanatı” ile sağlamaya çalışarak, kendisini zora sokmamış, kolaycasına, sanki huzurla, tuvali karşısında resim yapan, bir manzara resmi çizen kelimelerin ressamı olarak kaleme almıştır. Bu tekrarlar kelimelerden oluşunca yapısı sağlam ses yansımalarını getirmiştir. Tekrarları redifler veya mısra tekrarları şeklinde olan şiir mimarisinde, konunun anlatım kolaylığını yakalamış, kupleler arasında geçişlerde asla kopukluklar meydana getirmemiştir.
Bazen tekerrür sanatını o kadar ileri götürmüş ki, Türk Halk edebiyatının zincirbendini yeni bir normda kendi şiirine sokmuş veya Fransız kökenli Villanelli, İNGİLİZ-Catena Rondo şiir türlerini bile geçmeye çalışmıştır. Bana göre şiirde tekerrür sanatı yapmak iyidir, hoştur, güzeldir ama, fazlası da iyi değildir. Detanasyon- yani VURUNTU yapar ki, kelimeleri oluşturan harflerin ağırlıkları dinleyici yorar ve şiiri sesli okumakta zorlanırsınız. Nitekim şairimizin “O Andaki Coşkuyla” başlıklı şiiri bu türden, içinde zorlama ve ses yığılmaları olan bir şiirdir.
Oysa Baki Süha Ediboğlu, fazlaya kaçmayan kelime tekrarları ile kafiyenin sağladığı ses ritmini yakalamış, yalın söylemleriyle de şiir halısını riske sokmadan dokumuş bir şairimizdir.
Şu dizelerdeki duyguya bir bakın hele :
“Dün akşam gün batmadan/Yaşlı ölülerin arasına/bir küçük misafir geldi./Çocuk bahçesinde kovası kalmış/Kumları n üstünde küçük küreği/besbelli çok yorgun hemen uyudu///
Doğruldu yerinden yaşlı bir ölü/Örttü üstünü:/Mademki annesi burada yok/Bu küçük kız bize emanet/İlerde yatan bir başka ölü/Yavaşça seslendi:/Başındaki kurdelayı çözüp katlayın/Ütüsü bozulmasın/
Diyen bu kadar duygulu, bu kadar ince, hassas bir kelime ressamının anlatım tekniğine bakınız. Bu şiir, ne kadar yalın ve ne kadar derin… Asla imgeye boğulmamış bir anlatım tekniği. Lirik, yalın…. Resmine ve resmindeki manzaraya yüreğini aksettiren bir kelime ressamı işte.
En çok “Toroslu Ceylan” gözleriyle görüp, şiir topraklarımıza düşen en eski aydınlığın sesidir şair. Kendi eşine bile sade, yalın, yapmacıksız “
Avuçlarımda evimin bereketi/Gözlerindedir huzurum/Sabahlar güvenim/Akşamları sükunum///Çocuklarımı karnı tok/Sırtı pek gezdiren/Sabahları kahvemi pişiren/Elbiselerimi ütüleyen sen///
Akşamları mahzun şehirlerimiz/Köylerimiz için/Radyoda şarkılar söyleyen///Gözü tok eli açık/Aşçım çamaşırcım/Ütücüm sanatkârım/karım” diye seslenen şair.
Şimdi de şairi şair yapan Akdeniz’e ve Antalya’ya bakalım, olmaz mı?
Antalya’mızın bana göre dağları denizi kadar güzeldir. Şairimiz “Dağ Türküsü” şiirinde;
“Ben dağlarla konuşmasını bilirim/Şu dev yürekli dağlarla/akıllıca delice ////Ya ben onlara giderim/Ya onlar bana gelir/Gün aradan çekilince///Susmasını onlardan öğrendim/Acılara katlanmayı/Kurtlarınca kuşlarınca///Ben dağlarla konuşmasını bilirim/Ağaç ağaç, çiçek çiçek/İnsanlardan kurtulunca////diyor.
“Akdeniz” başlıklı şiirinde “Şarkısı başkadır sümbülün/Torosların eteğinde/Işıl ışıl güneş kokar/Mor teninde” der.
“Londralı Sokak Çalgıcılarına” seslendiği şiirinde “Avşar türküleri bozlaklar uzun havalar/Toroslarda Beydağı’nda saltanat kurmuşlar/Siz benim şarkılarımı bilemezsiniz” dedikten sonra;
Bir başka şiirinde “Sen Akdeniz’i bilirsin/Mavi hem ölüm hem aşktır/Korkularla paylaşılan/İşte şu dağın ardında” deyiverir. “Karanlıkta geçen Gemiler” şiirinde “Sizi gördüğüm günü hatırlıyorum/Akdeniz’de sular kabarırken/Göğsümü parçalayan aşkın/Güzelliği boyunca/Dağlarda bulduğum kokun/Sularda yitirdiğim gölgen”
Dağ der “ Dağ rüzgârı” demez mi?
“Aman ne güzelsin dağ rüzgârı / Ayışığı kokuyorsun/Kat beni önüne sür götür/ Nereye olursa olsun/”
Ve
“Seslen bana dağarın ardında kalan çocuk/Antalya’da saatler şimdi kaçı çalıyor?”
Ve
“Torosun bir yanı deniz/Bir yanı gece/ Mosmor sümbül bahçesi/Akdeniz’de gece”
Ve
“Çıralı dağın başı bulutları deliyor/Gölgesi denize vurmuş/Eteğinde kabristan/Mor ışıklar içinde/Yağmur yağıyor…”
Ve
“Dağlar devrile devrile/Rüzgâr savrula savrula/esip geçer esip geçer”
Özetle;
Şairimiz DAĞLAR’ı kaleme aldığı mısralarında;
Devrile devrile geçen/başı bulutları delen/gölgesi denize vurmuş/bir yanı deniz, bir yanı gece ve kabristan/ardında şairin çocukluğunu saklayan dağlardır.
Ayışığı kokan rüzgârları vardır, Aşkı, ölümü ve korkuyu paylaşan dağlardır. Yâr kokusunu şairine getiren dağlar… İnsanlardan kurtulunca en çok insana benzer dağlar ya da insana kendini hatırlatan, şairiyle konuşan dağları vardır şairin.
Şair, dağlardan deniz, portakal ve limon bahçelerine atar kendini. Dilinde Avşar türküleri ve bozlaklar vardır.