11/02/2015, 04:12
UFUKLAR VE ÖTESİ (N.F.KISAKÜREK)-(8)
Mustafa CEYLAN
******************
Kutlum,muştulum, baharım, ufkum, geçmiş ve geleceğim, şiir iklimim
üstadım… Özgüveni sonsuz, en küçük zaafı bulunmayan her bir kalem hareketinde aslında Büyük Türkiye’yi, uyanmış, aydınlanmış, ışıklı yüce milletimizi ifade eden Hocam… Mensubu bulunduğu Türk Milletine “Büyük Doğu Marşı”nda “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet / Güneşten başını göklere yükselt” diyen ve “Yürü altın nesli, O tunç Oğuz’un / Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun / Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un/ Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!” diye Yüce Peygamber’imiz ile Oğuz Kağan arasında dümdüz bir çizgi çizen düşünce ve iman fırtınası önderim, liderim, gönül kalemin aşılmaz burcu…
Yüzyılı aşkın bir süredir unutulan “örgü”, “nur harmanı” ve “felsefeyi” yürek kalelerimizde bayraklaştırıp, dillerimize destan eden sen. Pısırık, korkak ve miskin, örümcek tutmuş bir tablodan genç neslin iki yakasından tutup silkeleyip çıkaran; aksiyoner, dinamik ve sonsuz enerji sahibi, sonsuz iletken haline getiren sen. Senden öncesi mi? Benim için meçhul… Senden sonrası mı? Söyledim, doldurulamayan bir boşluk. Varsa, yoksa ufuklar, öteler ve sen… Nakışladığın hakiki Müslümanlık mimarisi, dışımıza giyindirdiğin yepyeni, şahane bir Türklük imajı… Ve bu iç, bu dış arasında yolu doğru, izi doğru, sözü doğru, özü doğru bir nesil… Mücadeleden yılmayan bir nesil… Bizler yani… Bizler ve bizden sonra, daha sonra, daha daha sonra gelecek nesil… Mekânla zamanı, ezelle ebedi, idrâkle sezgiyi, akılla duyguyu, coşkuyla ritmi, biçimle ahengi hamur edip yoğuran, güncel olaylar ve dünyadaki bütün gelişmeleri takip eden, araştıran, tahlil eden, pırıl pırıl bir gençlik ve Türk insanı. Önce “Benden içeri”yi çözmüş bir aydın, düşünce insanı Müslüman… Bende benden içerde ufuk var. Dışımızdaki, yerle gök arasında “sır” mührünün vurulduğu ufuk çizgisinin bir benzeri, insanoğlunun içinde vardır. Ruhla Nefs arasında bir ince çizgi ki, inanan, kurtulan ve Sevgililer Sevgilisinin eteklerine yapışanın ruh tarafında yer aldığı, ama, her seferinde o nefsin canavarlaşıp canavarlaşıp ötelere giden yolda yolcuyu devirip perişan ettiği bir büyük mücadele ve kavganın ucu bulunmaz alanı… Önce içimizde galip gelmeliyiz. Önce bizdeki ufku yakalamalıyız. Önce bizde biz olmalıyız. İçeri önemli. İçeriye ne dolarsa, dışarıya o sızar. İçeride muzaffer olan bir bayrak, dışarıda zafer ordularının bayrağı olur. İçeri ufuk bizim, sadece iç dünyamızın, onun fethi hem çok kolay hem çok zor. Asıl ve en büyük kavga içimizdeki ufkun fethindedir.Yılmak yok, geriye dönmek yok. Bineceksin sen gibi rüyâ gören arzu, idrak, istek, erdem, düşünce, azim atına; elinde düşlerinden, ülkünden, ideal ve imanından bir kılıç, çalacaksın nefs canavarının başına. Ancak, o zaman içteki ufka erersin.
Hiç unutmuyorum. Unutmam da mümkün değil. Ankara’ da Kızılay’da Gökdelen’in arka taraflarında bir yerde “Komünizmle Mücadele derneği” vardı galiba… Orada mükemmel, muhteşem üstü muhteşem bir konferansını dinlemiş, akşam banliyö treniyle ilçemiz Elmadağ’a dönmüştük. Ertesi gün sabahın çok erken saatinde, Ankara-Kırıkkale arasındaki Samsun Asvaltı- ki-bizim evimizin hemen önünden-yakınından geçerdi,asvaltın kenarında yaklaşık bir kilometre boyunca Hristiyan Misyonerlerinin yol kenarına serptiği İncil ve Hristiyanlık propagandası yapan dergi, bülten, sayfalar toplamıştık. Arkadaşlarımızla bu manzara karşısında isyan etmiş, kaymakamlık, savcılık dahil her yere dilekçeler vermiş ve müftülük makamına bile çıkmıştık. Baktık olacak gibi değil, ilçemiz merkezinde çoğunluğun gittiği Özcanların Kahvehanesinin hemen girişindeki duvara, kendi ellerimizle, kalemlerimizle yazarak hazırladığımız bir duvar gazetesi yayınlamış ve bu misyonerlik olayını protesto etmiş, ilçemiz halkını bir sabah namazında toplu namaza davet etmiştik. Yaklaşık bir yıl sürdü duvar gazetemiz aynı duvarda, hem her hafta yeni-yepyeni sayısıyla… Bugün benim yaşımda olanlar veya benden biraz yaşlıca olan Elmadağlılar bu duvar gazetesi olayımızı hatırlarlar ve hep bizimle karşılaşmamızda bahsederler.
Basın yayın hayatına adım atmamın, gazete ve dergilerde köşe yazıları, şiirler yayınlamamın ilk kıvılcımı olan o duvar gazetesini, hâla yumsam gözümü, büyük bir iştiyakla arkadaşlarımla birlikte satır satır yazmaktayım üstadım. Aradan seneler seneler rüzgâr gibi geçti de, matbaa, hurufat, rotatif, klişe, bobin öğrendik; yazdık köşelerde, konuştuk makale makale de o ilk duvar gazetemizin tadını bulamadık üstadım…
İşte, bu tepki… Bu hristiyan misyonerliği propagandasına karşı duruş ve halkımızı uyanmaya davet edici çalışmalarımızda ışık, motor enerjisi, ilham ve hız hep senden, senin konferanslardaki bizi seven, öven, özlenen gençlik diyerek gönüllerimize nakışladığın aşktan ilhamlar vardı.
Asra imzasını atabilme heyecanıyla kesif bir muhasebe, murakabe tahlil ve bilgi bombardımanı etkisinde kalan “özlenen nesli” ve onun özelliklerini anlatmıştın bir konferansında.
Evet özlenen nesil… Konferansın bir yerinde aynen şunları diyordun üstadım:
“Şimdi artık özlediğimiz neslin tek tek vasıflarına geldik. Dokuz maddede birleştiriyoruz özlediğimiz neslin vasıflarını...
Özlediğimiz neslin vasıflarından, birincisi AŞK...
Dikkat edin, ihtiyar âşık olamaz. Hiç gördünüz mü, genç gibi âşık bir ihtiyar? Olamaz!.. Kudurabilir, hırsından çatlayabilir, lâkin âşık olamaz!
Yunus Emre, Anadolu ve İslâm ruhunun ebedî genci... Ne güzel anlatıyor gence ait ıstırabı, ölüm korkusunu ve zamanın üstüne çıkma ihtiyacını, Bakınız:
"Boyandım rengine, solmazam ayruk,
........... Âşıkım, ölmezem ayruk..."
Aşk... Başımıza ne geldiyse aşkımızı kaybetmekten geldi.
Bütün beşeriyet için de aynı şey... Montesquieu (Monteskiyö) Roma’dan anlatan eserinde Roma’nın yıkılışı için şöyle der: "Aşklarını kaybettiler ve kaybolup gittiler!"... Buradaki aşk, dikkat edilirse sadece Hakka ait aşk değildir. Aşkın esası Allah’a olan aşk... Fakat bâtıla olan aşka bile, o aşkın sağladığı bir hayatiyet vardır. Âşık daima kuvvvetlidir. Eski Roma, bâtıl da olsa aşk sahibi olduğu devirlerde ideâl büyük nizamın en güzel örneğiydi. Sonra (İmperyum Romanum) Dünya’yı avucuna alınca, artık Kartaca’dan gelen ve balı akan incirleri yattığı yerde yiyen Romalı, rehavete geçti, aşkını kaybetti. Aşk ölünce derhal hayvani fakülteler harekete geçer. Romalı aşkını kaybedince o dereceye düştü ki, yemek yemenin zevki adına hususî ilâçlar alıp gaseyan ediyor, tekrar yemek yiyordu. Ve Roma yıkılıp gidiyordu. Eski Yunan da böyle gitti, bütün gidenler böyle gittiler. Allah’ın aşksız adama ve cemiyete rızası yoktur.
İslâmda da böyle... Abbasîlerin sonunda aşkı pörsüyünce böyle oldu. Türk, yepyeni bir aşkla temsil ettiği dinini ancak Kanunînin başına kadar sürdürebildi. Aşk, yerini hikmeti kalmayan kabuk bilgilere terkedince; o da böyle bitti, bugünlere yol açıldı.
Aşk, aşk, aşk!.. Aşk öyle bir şey ki, insan nasıl uzuvlarının rahatsızlığını hissederse aşkının eksikliğini de kısmen sezmek ve içten pörsümeye başladığı her zaman, "ben aşkımı neden kaybediyorum?" diye sormak memuriyetindedir. Nerde o insan?.. Aşkı yerine iade için çırpınan insan!..
Bizim kaba softa ve ham yobaz dediğimiz bir tip var. Bu tip anlayamayan manâsınadır, dinî içinden bozan manâsınadır, yoksa dine pazarlıksız inanan mânasına değil... Softa, dine pazarlıksız iman mânasında kullanılırsa, o zaman softalıktan büyük derece olmadığını biliriz. Bir darbımesel vardır; aşksızlık tipini en güzel ifade eder:
"Ölü gözünde yaş, imam evinde aş..."
Bu, hakikî imam değil, işi aşa dökmüş, ensesi katmer katmerdir... Din büyükleri ölümü tefekkür ediniz ve fazla yemeyiniz derler. Bu, işin ince tarafı... Aşk olduğu zaman bir zıpzıp Himalâyadır, aşk olmadığı zaman Himalâya zıp zıp kadar küçülür. İşte aşkımızı kaybettik ve çöküş devrimiz açıldı. Biz de aşkımızı kaybedince çöküş devrine ayak bastık ve bugünedek geldik.
Aşksız amel ve posa imanı da gene hiç bir mâna ifade etmez. Hazret-i Hasan abdest alırken düşecek kadar sararırmış... Sapsarı kesilirmiş... Kan kalmayacak kadar, yüzünde...
Yanındakiler sorarlar:
"- Niçin bu hale geliyorsunuz?"
Cevabı:
"- Kimin huzuruna çıkmaya hazırlanıyorum, biliyor musunuz?"
İşte amel böyle olur. Hazret-i Hasan’ın aldığı abdestle, Bayezid-i Bistami’nin kıldığı namazı eda edecek var mı? Namaz kılarken şeriata hürmetinden kaburga kemiklerinin çatırdadığı duyuluyor büyük Velînin...
Aşkın en güzel tablosunu velîlerden İbn-i Semnûn Hazretlerinden bir örnekle ifade edelim. İbn-i Semnûn minbere çıkıyor. Halka dönük, aşkı anlatmaya başlıyor. Gözleri boşluğa doğru, ne yöne baktığı belli değil, büyük bîr vecd içinde... O sırada nerden geldiği bilinmeyen bir kuş caminin içinde süzülüp geliyor, Semnûn Hazretlerinin eline konuyor, gagasını tırnağına vuruyor, incecik bir kan şeridi akıyor kuşun gagasından ve kuş oracıkta çırpınıp ölüyor.
İbn-i Semnûn hâdise karşısında şöyle diyor
"- Aşka ait kelimelerin nebata ve hayvana tesiri vardır; ancak gafil insana tesir etmez."
Bunu hiç unutmayalım; aşk, herşey onda... Benim tek şerefim kendisine mensubiyetimden ibaret olan büyük Velî, bir gün çarşıdan geçerken, bir dükkâncı atılıyor, eline yapışıyor:
"- Efendim diyor; dua edin M....... Ümmeti kurtulsun!.."
O da diyor ki!
"-M....... Ümmeti mi kurtulsun? Nerede M....... Ümmeti? Sen bana onu göster, ben de sana hemen kurtulmuş olduğunu haber vereyim!"
M....... Ümmeti, aşkla cayır cayır yanan Habib gibi insanların teşkil ettiği ümmettir. Bir İngilizin yazdığı "İslâmın Yayılma Tarihi" isimli eserde ne büyük aşk levhaları var. İslâm aşkla yayıldı, kılıçla diyenler aldanır. Bir harpte mücahitlerden biri esir ediliyor, Bizanslılar tarafından. Arkada idam sehpaları var. Sehpalarda bir çokları asılmış... Adamı, yanına getiriyorlar, cellâda "dur!" diyor. Cellâd duruyor. Papaz Müslümana diyor ki:
"- İşte gidiyorsun!" Ve ölümü anlatıyor, "Dipsiz kuyu, gidiyorsun! Sana 5 dakika müsaade ediyorum! Bu beş dakika içinde sana hak dinini telkin edeyim, yani Hristiyanlığı... Hak dini telkin edeyim de bari kurtulmuş olarak git, belki de affedilirsin!"
Böylece hayatının da bağışlanacağını imâ ediyor.
Asılmaya mahkûm Müslümanın verdiği cevap insanı eritecek kadar müthiş... Diyor ki:
"- Bu beş dakikayı bana verdiğin için senin elini, ayağını öpmek isterim. Bu beş dakika içinde asıl ben sana hak dini talim edeyim de, ben zaten kurtulmuş olarak gidiyorum, sen de kurtulmuş olarak kal!"
İşte aşk!.. Atını diz boyu dalgalara doğru sürüp:
"- Allahım önüme bu okyanusu çıkarmasaydın nâmını daha ileriye götürürdüm!"
Diyen kumandanlar... Kesik ayağını eline alıp düşmana hücum eden mücahitler... Hazret-i Ali gibi ebedî gençlerin, kılıçlarını tepelerine kaldırdıkları kâfir yüzlerine tükürünce hemen indirip:
"- Seni ben Allah için öldürecektim, şimdi ise nefsim karıştı, kılıcımı indiriyorum!"
Diyen ulvîlikler... Hep aşkın, hep aşkın mahsûlü... İran kumandanı bir avuç Arap süvarisi karşısında koca ordusunu ve fillerini kaybettiği zaman, onu harp divanına çekiyorlar ve hesap istiyorlar. "Getirin ordan okumu!" diyor; getiriyorlar. Dayıyor oku yaya ve bir çekişte bir kayayı tuzla buz ediyor:
"- İşte, diyor; ben eğer yenildimse bunların karşısında yenildim. Demek bunlarda bizde olmayan bir şey var, o şeye karşı duramadım!.."
O şeyin cevabını biz verelim:
- Aşk...
Nihayet miraçta tecelli eden aşk hikmeti... Allah’ın Resûlü, Cebrail’in kanadında "Sidre-tül-Müntehâ"ya kadar gider. Yani son duraktaki ağaç, "Sidre-tül-Müntehâ"...
Akl-ı küll’ün temsilcisi olan Melek der ki:
"- Ben bundan bir adım ileriye gidemem, ilerleyecek olursam yanarım, kül olurum!"
Allah’ın Sevgilisi sorar:
"- Buradan ileriye neyle gidilir?.."
"-Aşkla!"...
Ve kendisini atar nur çağlayanına ve ulaşır. İşte aşk bahsinin son kelimesi: Özlediğimiz gencin ilk vasfı aşk... Tek heceli, tek kelime: AŞK...
Şimdi ikinci vasfı geliyor. Aşkın içinde, aşkın tayin ettiği Sır İdraki...
Bu en mühim meselemizdir. Sır idraki... Bizde kaba mantık, derin idrake hâkim olmuştur. Asırlar boyunca, satıh idrak; hep böyle gitti. Sır idrakini bilmek lâzım... Aşk kadar mühim...
Kaba mantığı, tarihte en çok eski Yunan’da (sofistler) gösterir... Her şeyi mantık oyununa getirmek isteyen insanlar... Bunların karşısına Sokrat çıkmıştır. Korkunç adam, büyük adam, tevhitçi ve putlara inanmayan adam... Onları kendi açtıkları küçücük mantık çukurlarına düşürerek, suda fare gibi boğmuş, büyük mantığı, mantık üstü mantığı getirmiştir. Onun için (sofistik) mantık, kelime oyunu demek... (Sofistik) mantığın şaheser kabilinden bir misali var; Sofist âlimlerden birine bir genç gidiyor. Diyor ki, hocasına:
"- Ben senin taleben olacağım ve senden avukatlık icazeti, diploması alacağım. Ama param yok! İlk kazandığım dâvadan ödenmek üzere beni talebeliğine kabul eder misin?"
"-Evet!"
Diyor hoca ve bir tuğlanın üzerine senet yapıyorlar, ilk dâvadan ödenmek üzere... Çocuk tahsilini görüyor ve mezun oluyor. Avukatlık yapıyor ve borcunu ödemiyor. Bunun üzerine dâva açıyor hocası, -bakın sofistlerin mantığına!- mahkeme heyetinin karşısına çıkıyor, diyor ki:
"- Dâvâlı borcunu ödemedi; ilk kazandığı dâvadan ödeyecekti; dâva açıyorum, ama bu dâvaya lüzum yok. Çünkü, eğer ben dâvayı kazanırsam, kazandığım için ödeyecek, kaybedersem yani o kazanırsa, ilk kazandığı dâva bu olduğu için ödeyecek, yani iki türlü de ödeyecek! Mahkemeye lüzum yok!"
Müthiş mantık! Bakın cevabına talebenin: "- Yok, diyor; ben ilmi hocamdan aldım, onun sahte mantık oyuniyle hakikati nasıl tepe taklak ettiğini bilirim. Hakikat, tam aksi... Eğer ben bu dâvayı kazanırsam, ödememek kararını aldığım için ödemiyeceğim; kaybedersem, kazanamadığım ve şimdiye kadar da dâva kazanmadığım için ödemeyeceğim, her iki halde de ödemeyeceğim. Onun için mahkeme lüzumsuz!"
İşte sofistin mantık hilesini yakalama sanatı!.. Şimdi bize, sahte mantık esnaflığının tam tersi sır idraki lâzım, sır idraki... Bütün işportacı, ayağa düşmüş küfür diyalektiği bu sahte mantığı kullanır.
(Gagarin) diye bir feza pilotu der ki: "Ben bütün fezayı dolaştım, Allah diye bir şeye rastlamadım!"
Şimdi buna cevap verelim: "Sen Allah’ı kilometre sırığı mı zannedersin ki, rastlamadım diyorsun? Allah işte senin görmediğin o esîrî âlemde, senin ruhunu mühürlemiş olan mutlak varlık; ve sen onu göremezsin! Çünkü senin görebileceğin şeyler merteklerden ibarettir; sen ancak merteği görebilirsin..."
Bir patolog, patolog doktor der ki:
"- Hayatımda onbinlerce kadavra kestim, biçtim, ruh diye bir şeye rastlamadım!"
Bu da zayıf insanları tereddüde düşürebilir. Küfrün diyalektiği, sahte mantığı... Hemen cevap vereceksin:
"- Gel buraya patolog, sen hayatında biftek yedin mi?"
"-Tabiî yedim!"
Diyecek...
"- Bıçağı gördün mü gözünle, çatalı, eti, filân, falan?.."
Yine:
"-Evet!"
"- Ya eti yerken dilinin üzerinde ne hissettin?.."
"-Lezzet!"...
"- Öyleyse göster bana lezzet dediğin şey, nerede?"...
Bir gün başmuharrir geçinen bir budala, bana:
"- Allahla kul arasına girilmez!"
Demişti. Hep böyle derler: "Allah’la kul arasına girilmez, vasıta sokulmaz!"
Ona dedim:
"- Budala, İstanbul’dan Üsküdar’a geçmek için vasıtaya muhtaçsın, ebedî hayata geçmek için vasıtaya muhtaç olunmaz, ne demek?"
Bir tekneye muhtaçsın da ebedî hayata geçilecek olan manevî füzeye nasıl sırt çevirebilirsin? Aslında zaten Allah’la kul arasına girilmez.
Allah diyor ki:
"Ben kuluma şah damarından daha yakınım!"
Ama böyleyken Allah’a giden yolların kılavuzları ve trafik memurları vardır. Onlara herkes muhtaç!.. İşte küfrün bu ucuz diyalektiğine verilecek cevap... Daha neler, neler!.. Kayseri’ye bundan yirmi sene evvel geldiğim zaman bir zatla karşılaştık. Bilmiyorum şu dakikada aranızda mı?.. Ramazan günüydü. Sordum:
"- Nedir bu hâl, Ramazan günü yaptığınız?"
Dedi ki:
"- Allah’ın bildiğini kulundan niçin saklıyayım!"
Bunu hep söylerler. Samimiyetsizliği bize isnat ederler, kendilerine samimiyeti yakıştırırlar.
Ona dedim ki:
"- Allah senin tenasül âletin olduğunu da biliyor, niye saklıyorsun?"
Demek ki, kula karşı utanmak, Allah’a karşı hicabın ifadesidir. Kula karşı utanmadığını gösteren, Allahtan utanmıyor demektir. Yani Allah’tan korkmadığını kula göstermenin küfür cesaretini temsil ederler ve bunu samimilik bilirler. Orucu tutmayabilirsin, nefs korkunçtur! Git, bir kapkaranlık odada zıkkımlan, fakat gösterme! Nitekim Allah Resulünün huzuruna samimiyet iddiasında bulunan tipler geliyor. Zina yaptıklarını itiraf ediyorlar.
Allah’ın Resulü buyuruyor:
"- Günahlarınızı saklayınız, meydana dökmeyiniz! Yoksa, size tatbik olunacak cezaya katlanma durumunda kalırsınız!"
En ince hikmet!.. Çünkü meydan, agora, cemiyet meydanında âlenileşen suç derhal cezasına çarptırılır.
İşte bu diyalektiklerin sahibi olacak olan bir nesili bekliyoruz. Sır idrakinin gördüğü apayrı bir dünya vardır, muazzam bir dünya…
…………………………………………………………………………………………..
Sır idraki, emirleri topyekûn kabul eder. Ve bir noktada gördükten sonra aklın inhizamını, çöküşünü, artık her noktada aklı çökmüş kabul eder. Haysiyetli kafa budur. Mucize!.. Ne aptaldır bazı insanlar... Şu olur mu, bu olur mu, nasıl olur, kamer nasıl ikiye bölünür, nasıl olurda?.. Ne aptallık! Bunlara demek lâzım ki, sen bir kâğıdı eline aldığın zaman gözünü kapayınca, o tek mi çift mi fark ediyorsun; sende böyle bir zekâ yaşıyor. Bu nasıl oluyor? Gözün iğne ucu kadar küçük... Ona bütün feza doluyor. Nasıl oluyor? Görmek fiili nedir? Efendim, bu hayat topyekûn mucize!.. Biz bu mucizeleri bedava tarafından aldığımız için, "olur" kabul ediyoruz. Sonra ona ters bir şey görünce "olamaz!" diyoruz. İşte sır idraki böyle cevap verir kuru akılcılara ve aklın son durağını aklı yıkmakta bulur.
Velînin birine sormuşlar: "Allah isterse deveyi iğne deliğinden geçirir mi, geçirmez mi?"...
"- Geçirir."
Demiş velî... Kuru akıl yine sormuş:
"- Nasıl geçirir, deliği büyüterek mi, deveyi küçülterek mi?"
Velî gülmüş, demiş ki:
"- İsterse deliği büyültür, isterse deveyi küçültür, isterse de ne onu yapar, ne onu, yine de geçirir." İşte sır idrakinin en güzel ifadesi. Ve buna göre bir diyalektik sahibi olmak...
Ondan sonra üçüncü kalite geliyor: Nefs ve kâinat muhasebesi, murakebesi...
Bir hadis var, ürpertir beni:
"- Hesaba çekilmeden nefslerinizi hesaba çekiniz!"
Burada nefs muhasebesinin sırrı da çıkıyor meydana... Muazzam Hadîs...
Garplı nefs muhasebesi olmayan insana insan gözüyle bakmaz! Nefs muhasebesi, bize hazırlop bir dünya veren, ailemizden, mektebimizden aldığımız telkinlerin hesabını görmektir. Böyle, ezberci olarak, sırtımızda, dünyamızı sümüklü böceğin kabuğunu gezdirdiği gibi gezdirmek değil!.. Tam hesaplamak ve alınacak şeyleri alınma ehliyetinde ise bir daha bırakmamacasına almak, o ehliyette değilse bir daha kabul etmemecesine atmak... İşte cins kafanın kârı... Halbuki muvazaa kafaları, bir tutar, bir bırakır, gene tutar, gene bırakır. Yok böyle şey!
Mustafa CEYLAN
******************
Kutlum,muştulum, baharım, ufkum, geçmiş ve geleceğim, şiir iklimim
üstadım… Özgüveni sonsuz, en küçük zaafı bulunmayan her bir kalem hareketinde aslında Büyük Türkiye’yi, uyanmış, aydınlanmış, ışıklı yüce milletimizi ifade eden Hocam… Mensubu bulunduğu Türk Milletine “Büyük Doğu Marşı”nda “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet / Güneşten başını göklere yükselt” diyen ve “Yürü altın nesli, O tunç Oğuz’un / Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun / Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un/ Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!” diye Yüce Peygamber’imiz ile Oğuz Kağan arasında dümdüz bir çizgi çizen düşünce ve iman fırtınası önderim, liderim, gönül kalemin aşılmaz burcu…
Yüzyılı aşkın bir süredir unutulan “örgü”, “nur harmanı” ve “felsefeyi” yürek kalelerimizde bayraklaştırıp, dillerimize destan eden sen. Pısırık, korkak ve miskin, örümcek tutmuş bir tablodan genç neslin iki yakasından tutup silkeleyip çıkaran; aksiyoner, dinamik ve sonsuz enerji sahibi, sonsuz iletken haline getiren sen. Senden öncesi mi? Benim için meçhul… Senden sonrası mı? Söyledim, doldurulamayan bir boşluk. Varsa, yoksa ufuklar, öteler ve sen… Nakışladığın hakiki Müslümanlık mimarisi, dışımıza giyindirdiğin yepyeni, şahane bir Türklük imajı… Ve bu iç, bu dış arasında yolu doğru, izi doğru, sözü doğru, özü doğru bir nesil… Mücadeleden yılmayan bir nesil… Bizler yani… Bizler ve bizden sonra, daha sonra, daha daha sonra gelecek nesil… Mekânla zamanı, ezelle ebedi, idrâkle sezgiyi, akılla duyguyu, coşkuyla ritmi, biçimle ahengi hamur edip yoğuran, güncel olaylar ve dünyadaki bütün gelişmeleri takip eden, araştıran, tahlil eden, pırıl pırıl bir gençlik ve Türk insanı. Önce “Benden içeri”yi çözmüş bir aydın, düşünce insanı Müslüman… Bende benden içerde ufuk var. Dışımızdaki, yerle gök arasında “sır” mührünün vurulduğu ufuk çizgisinin bir benzeri, insanoğlunun içinde vardır. Ruhla Nefs arasında bir ince çizgi ki, inanan, kurtulan ve Sevgililer Sevgilisinin eteklerine yapışanın ruh tarafında yer aldığı, ama, her seferinde o nefsin canavarlaşıp canavarlaşıp ötelere giden yolda yolcuyu devirip perişan ettiği bir büyük mücadele ve kavganın ucu bulunmaz alanı… Önce içimizde galip gelmeliyiz. Önce bizdeki ufku yakalamalıyız. Önce bizde biz olmalıyız. İçeri önemli. İçeriye ne dolarsa, dışarıya o sızar. İçeride muzaffer olan bir bayrak, dışarıda zafer ordularının bayrağı olur. İçeri ufuk bizim, sadece iç dünyamızın, onun fethi hem çok kolay hem çok zor. Asıl ve en büyük kavga içimizdeki ufkun fethindedir.Yılmak yok, geriye dönmek yok. Bineceksin sen gibi rüyâ gören arzu, idrak, istek, erdem, düşünce, azim atına; elinde düşlerinden, ülkünden, ideal ve imanından bir kılıç, çalacaksın nefs canavarının başına. Ancak, o zaman içteki ufka erersin.
Hiç unutmuyorum. Unutmam da mümkün değil. Ankara’ da Kızılay’da Gökdelen’in arka taraflarında bir yerde “Komünizmle Mücadele derneği” vardı galiba… Orada mükemmel, muhteşem üstü muhteşem bir konferansını dinlemiş, akşam banliyö treniyle ilçemiz Elmadağ’a dönmüştük. Ertesi gün sabahın çok erken saatinde, Ankara-Kırıkkale arasındaki Samsun Asvaltı- ki-bizim evimizin hemen önünden-yakınından geçerdi,asvaltın kenarında yaklaşık bir kilometre boyunca Hristiyan Misyonerlerinin yol kenarına serptiği İncil ve Hristiyanlık propagandası yapan dergi, bülten, sayfalar toplamıştık. Arkadaşlarımızla bu manzara karşısında isyan etmiş, kaymakamlık, savcılık dahil her yere dilekçeler vermiş ve müftülük makamına bile çıkmıştık. Baktık olacak gibi değil, ilçemiz merkezinde çoğunluğun gittiği Özcanların Kahvehanesinin hemen girişindeki duvara, kendi ellerimizle, kalemlerimizle yazarak hazırladığımız bir duvar gazetesi yayınlamış ve bu misyonerlik olayını protesto etmiş, ilçemiz halkını bir sabah namazında toplu namaza davet etmiştik. Yaklaşık bir yıl sürdü duvar gazetemiz aynı duvarda, hem her hafta yeni-yepyeni sayısıyla… Bugün benim yaşımda olanlar veya benden biraz yaşlıca olan Elmadağlılar bu duvar gazetesi olayımızı hatırlarlar ve hep bizimle karşılaşmamızda bahsederler.
Basın yayın hayatına adım atmamın, gazete ve dergilerde köşe yazıları, şiirler yayınlamamın ilk kıvılcımı olan o duvar gazetesini, hâla yumsam gözümü, büyük bir iştiyakla arkadaşlarımla birlikte satır satır yazmaktayım üstadım. Aradan seneler seneler rüzgâr gibi geçti de, matbaa, hurufat, rotatif, klişe, bobin öğrendik; yazdık köşelerde, konuştuk makale makale de o ilk duvar gazetemizin tadını bulamadık üstadım…
İşte, bu tepki… Bu hristiyan misyonerliği propagandasına karşı duruş ve halkımızı uyanmaya davet edici çalışmalarımızda ışık, motor enerjisi, ilham ve hız hep senden, senin konferanslardaki bizi seven, öven, özlenen gençlik diyerek gönüllerimize nakışladığın aşktan ilhamlar vardı.
Asra imzasını atabilme heyecanıyla kesif bir muhasebe, murakabe tahlil ve bilgi bombardımanı etkisinde kalan “özlenen nesli” ve onun özelliklerini anlatmıştın bir konferansında.
Evet özlenen nesil… Konferansın bir yerinde aynen şunları diyordun üstadım:
“Şimdi artık özlediğimiz neslin tek tek vasıflarına geldik. Dokuz maddede birleştiriyoruz özlediğimiz neslin vasıflarını...
Özlediğimiz neslin vasıflarından, birincisi AŞK...
Dikkat edin, ihtiyar âşık olamaz. Hiç gördünüz mü, genç gibi âşık bir ihtiyar? Olamaz!.. Kudurabilir, hırsından çatlayabilir, lâkin âşık olamaz!
Yunus Emre, Anadolu ve İslâm ruhunun ebedî genci... Ne güzel anlatıyor gence ait ıstırabı, ölüm korkusunu ve zamanın üstüne çıkma ihtiyacını, Bakınız:
"Boyandım rengine, solmazam ayruk,
........... Âşıkım, ölmezem ayruk..."
Aşk... Başımıza ne geldiyse aşkımızı kaybetmekten geldi.
Bütün beşeriyet için de aynı şey... Montesquieu (Monteskiyö) Roma’dan anlatan eserinde Roma’nın yıkılışı için şöyle der: "Aşklarını kaybettiler ve kaybolup gittiler!"... Buradaki aşk, dikkat edilirse sadece Hakka ait aşk değildir. Aşkın esası Allah’a olan aşk... Fakat bâtıla olan aşka bile, o aşkın sağladığı bir hayatiyet vardır. Âşık daima kuvvvetlidir. Eski Roma, bâtıl da olsa aşk sahibi olduğu devirlerde ideâl büyük nizamın en güzel örneğiydi. Sonra (İmperyum Romanum) Dünya’yı avucuna alınca, artık Kartaca’dan gelen ve balı akan incirleri yattığı yerde yiyen Romalı, rehavete geçti, aşkını kaybetti. Aşk ölünce derhal hayvani fakülteler harekete geçer. Romalı aşkını kaybedince o dereceye düştü ki, yemek yemenin zevki adına hususî ilâçlar alıp gaseyan ediyor, tekrar yemek yiyordu. Ve Roma yıkılıp gidiyordu. Eski Yunan da böyle gitti, bütün gidenler böyle gittiler. Allah’ın aşksız adama ve cemiyete rızası yoktur.
İslâmda da böyle... Abbasîlerin sonunda aşkı pörsüyünce böyle oldu. Türk, yepyeni bir aşkla temsil ettiği dinini ancak Kanunînin başına kadar sürdürebildi. Aşk, yerini hikmeti kalmayan kabuk bilgilere terkedince; o da böyle bitti, bugünlere yol açıldı.
Aşk, aşk, aşk!.. Aşk öyle bir şey ki, insan nasıl uzuvlarının rahatsızlığını hissederse aşkının eksikliğini de kısmen sezmek ve içten pörsümeye başladığı her zaman, "ben aşkımı neden kaybediyorum?" diye sormak memuriyetindedir. Nerde o insan?.. Aşkı yerine iade için çırpınan insan!..
Bizim kaba softa ve ham yobaz dediğimiz bir tip var. Bu tip anlayamayan manâsınadır, dinî içinden bozan manâsınadır, yoksa dine pazarlıksız inanan mânasına değil... Softa, dine pazarlıksız iman mânasında kullanılırsa, o zaman softalıktan büyük derece olmadığını biliriz. Bir darbımesel vardır; aşksızlık tipini en güzel ifade eder:
"Ölü gözünde yaş, imam evinde aş..."
Bu, hakikî imam değil, işi aşa dökmüş, ensesi katmer katmerdir... Din büyükleri ölümü tefekkür ediniz ve fazla yemeyiniz derler. Bu, işin ince tarafı... Aşk olduğu zaman bir zıpzıp Himalâyadır, aşk olmadığı zaman Himalâya zıp zıp kadar küçülür. İşte aşkımızı kaybettik ve çöküş devrimiz açıldı. Biz de aşkımızı kaybedince çöküş devrine ayak bastık ve bugünedek geldik.
Aşksız amel ve posa imanı da gene hiç bir mâna ifade etmez. Hazret-i Hasan abdest alırken düşecek kadar sararırmış... Sapsarı kesilirmiş... Kan kalmayacak kadar, yüzünde...
Yanındakiler sorarlar:
"- Niçin bu hale geliyorsunuz?"
Cevabı:
"- Kimin huzuruna çıkmaya hazırlanıyorum, biliyor musunuz?"
İşte amel böyle olur. Hazret-i Hasan’ın aldığı abdestle, Bayezid-i Bistami’nin kıldığı namazı eda edecek var mı? Namaz kılarken şeriata hürmetinden kaburga kemiklerinin çatırdadığı duyuluyor büyük Velînin...
Aşkın en güzel tablosunu velîlerden İbn-i Semnûn Hazretlerinden bir örnekle ifade edelim. İbn-i Semnûn minbere çıkıyor. Halka dönük, aşkı anlatmaya başlıyor. Gözleri boşluğa doğru, ne yöne baktığı belli değil, büyük bîr vecd içinde... O sırada nerden geldiği bilinmeyen bir kuş caminin içinde süzülüp geliyor, Semnûn Hazretlerinin eline konuyor, gagasını tırnağına vuruyor, incecik bir kan şeridi akıyor kuşun gagasından ve kuş oracıkta çırpınıp ölüyor.
İbn-i Semnûn hâdise karşısında şöyle diyor
"- Aşka ait kelimelerin nebata ve hayvana tesiri vardır; ancak gafil insana tesir etmez."
Bunu hiç unutmayalım; aşk, herşey onda... Benim tek şerefim kendisine mensubiyetimden ibaret olan büyük Velî, bir gün çarşıdan geçerken, bir dükkâncı atılıyor, eline yapışıyor:
"- Efendim diyor; dua edin M....... Ümmeti kurtulsun!.."
O da diyor ki!
"-M....... Ümmeti mi kurtulsun? Nerede M....... Ümmeti? Sen bana onu göster, ben de sana hemen kurtulmuş olduğunu haber vereyim!"
M....... Ümmeti, aşkla cayır cayır yanan Habib gibi insanların teşkil ettiği ümmettir. Bir İngilizin yazdığı "İslâmın Yayılma Tarihi" isimli eserde ne büyük aşk levhaları var. İslâm aşkla yayıldı, kılıçla diyenler aldanır. Bir harpte mücahitlerden biri esir ediliyor, Bizanslılar tarafından. Arkada idam sehpaları var. Sehpalarda bir çokları asılmış... Adamı, yanına getiriyorlar, cellâda "dur!" diyor. Cellâd duruyor. Papaz Müslümana diyor ki:
"- İşte gidiyorsun!" Ve ölümü anlatıyor, "Dipsiz kuyu, gidiyorsun! Sana 5 dakika müsaade ediyorum! Bu beş dakika içinde sana hak dinini telkin edeyim, yani Hristiyanlığı... Hak dini telkin edeyim de bari kurtulmuş olarak git, belki de affedilirsin!"
Böylece hayatının da bağışlanacağını imâ ediyor.
Asılmaya mahkûm Müslümanın verdiği cevap insanı eritecek kadar müthiş... Diyor ki:
"- Bu beş dakikayı bana verdiğin için senin elini, ayağını öpmek isterim. Bu beş dakika içinde asıl ben sana hak dini talim edeyim de, ben zaten kurtulmuş olarak gidiyorum, sen de kurtulmuş olarak kal!"
İşte aşk!.. Atını diz boyu dalgalara doğru sürüp:
"- Allahım önüme bu okyanusu çıkarmasaydın nâmını daha ileriye götürürdüm!"
Diyen kumandanlar... Kesik ayağını eline alıp düşmana hücum eden mücahitler... Hazret-i Ali gibi ebedî gençlerin, kılıçlarını tepelerine kaldırdıkları kâfir yüzlerine tükürünce hemen indirip:
"- Seni ben Allah için öldürecektim, şimdi ise nefsim karıştı, kılıcımı indiriyorum!"
Diyen ulvîlikler... Hep aşkın, hep aşkın mahsûlü... İran kumandanı bir avuç Arap süvarisi karşısında koca ordusunu ve fillerini kaybettiği zaman, onu harp divanına çekiyorlar ve hesap istiyorlar. "Getirin ordan okumu!" diyor; getiriyorlar. Dayıyor oku yaya ve bir çekişte bir kayayı tuzla buz ediyor:
"- İşte, diyor; ben eğer yenildimse bunların karşısında yenildim. Demek bunlarda bizde olmayan bir şey var, o şeye karşı duramadım!.."
O şeyin cevabını biz verelim:
- Aşk...
Nihayet miraçta tecelli eden aşk hikmeti... Allah’ın Resûlü, Cebrail’in kanadında "Sidre-tül-Müntehâ"ya kadar gider. Yani son duraktaki ağaç, "Sidre-tül-Müntehâ"...
Akl-ı küll’ün temsilcisi olan Melek der ki:
"- Ben bundan bir adım ileriye gidemem, ilerleyecek olursam yanarım, kül olurum!"
Allah’ın Sevgilisi sorar:
"- Buradan ileriye neyle gidilir?.."
"-Aşkla!"...
Ve kendisini atar nur çağlayanına ve ulaşır. İşte aşk bahsinin son kelimesi: Özlediğimiz gencin ilk vasfı aşk... Tek heceli, tek kelime: AŞK...
Şimdi ikinci vasfı geliyor. Aşkın içinde, aşkın tayin ettiği Sır İdraki...
Bu en mühim meselemizdir. Sır idraki... Bizde kaba mantık, derin idrake hâkim olmuştur. Asırlar boyunca, satıh idrak; hep böyle gitti. Sır idrakini bilmek lâzım... Aşk kadar mühim...
Kaba mantığı, tarihte en çok eski Yunan’da (sofistler) gösterir... Her şeyi mantık oyununa getirmek isteyen insanlar... Bunların karşısına Sokrat çıkmıştır. Korkunç adam, büyük adam, tevhitçi ve putlara inanmayan adam... Onları kendi açtıkları küçücük mantık çukurlarına düşürerek, suda fare gibi boğmuş, büyük mantığı, mantık üstü mantığı getirmiştir. Onun için (sofistik) mantık, kelime oyunu demek... (Sofistik) mantığın şaheser kabilinden bir misali var; Sofist âlimlerden birine bir genç gidiyor. Diyor ki, hocasına:
"- Ben senin taleben olacağım ve senden avukatlık icazeti, diploması alacağım. Ama param yok! İlk kazandığım dâvadan ödenmek üzere beni talebeliğine kabul eder misin?"
"-Evet!"
Diyor hoca ve bir tuğlanın üzerine senet yapıyorlar, ilk dâvadan ödenmek üzere... Çocuk tahsilini görüyor ve mezun oluyor. Avukatlık yapıyor ve borcunu ödemiyor. Bunun üzerine dâva açıyor hocası, -bakın sofistlerin mantığına!- mahkeme heyetinin karşısına çıkıyor, diyor ki:
"- Dâvâlı borcunu ödemedi; ilk kazandığı dâvadan ödeyecekti; dâva açıyorum, ama bu dâvaya lüzum yok. Çünkü, eğer ben dâvayı kazanırsam, kazandığım için ödeyecek, kaybedersem yani o kazanırsa, ilk kazandığı dâva bu olduğu için ödeyecek, yani iki türlü de ödeyecek! Mahkemeye lüzum yok!"
Müthiş mantık! Bakın cevabına talebenin: "- Yok, diyor; ben ilmi hocamdan aldım, onun sahte mantık oyuniyle hakikati nasıl tepe taklak ettiğini bilirim. Hakikat, tam aksi... Eğer ben bu dâvayı kazanırsam, ödememek kararını aldığım için ödemiyeceğim; kaybedersem, kazanamadığım ve şimdiye kadar da dâva kazanmadığım için ödemeyeceğim, her iki halde de ödemeyeceğim. Onun için mahkeme lüzumsuz!"
İşte sofistin mantık hilesini yakalama sanatı!.. Şimdi bize, sahte mantık esnaflığının tam tersi sır idraki lâzım, sır idraki... Bütün işportacı, ayağa düşmüş küfür diyalektiği bu sahte mantığı kullanır.
(Gagarin) diye bir feza pilotu der ki: "Ben bütün fezayı dolaştım, Allah diye bir şeye rastlamadım!"
Şimdi buna cevap verelim: "Sen Allah’ı kilometre sırığı mı zannedersin ki, rastlamadım diyorsun? Allah işte senin görmediğin o esîrî âlemde, senin ruhunu mühürlemiş olan mutlak varlık; ve sen onu göremezsin! Çünkü senin görebileceğin şeyler merteklerden ibarettir; sen ancak merteği görebilirsin..."
Bir patolog, patolog doktor der ki:
"- Hayatımda onbinlerce kadavra kestim, biçtim, ruh diye bir şeye rastlamadım!"
Bu da zayıf insanları tereddüde düşürebilir. Küfrün diyalektiği, sahte mantığı... Hemen cevap vereceksin:
"- Gel buraya patolog, sen hayatında biftek yedin mi?"
"-Tabiî yedim!"
Diyecek...
"- Bıçağı gördün mü gözünle, çatalı, eti, filân, falan?.."
Yine:
"-Evet!"
"- Ya eti yerken dilinin üzerinde ne hissettin?.."
"-Lezzet!"...
"- Öyleyse göster bana lezzet dediğin şey, nerede?"...
Bir gün başmuharrir geçinen bir budala, bana:
"- Allahla kul arasına girilmez!"
Demişti. Hep böyle derler: "Allah’la kul arasına girilmez, vasıta sokulmaz!"
Ona dedim:
"- Budala, İstanbul’dan Üsküdar’a geçmek için vasıtaya muhtaçsın, ebedî hayata geçmek için vasıtaya muhtaç olunmaz, ne demek?"
Bir tekneye muhtaçsın da ebedî hayata geçilecek olan manevî füzeye nasıl sırt çevirebilirsin? Aslında zaten Allah’la kul arasına girilmez.
Allah diyor ki:
"Ben kuluma şah damarından daha yakınım!"
Ama böyleyken Allah’a giden yolların kılavuzları ve trafik memurları vardır. Onlara herkes muhtaç!.. İşte küfrün bu ucuz diyalektiğine verilecek cevap... Daha neler, neler!.. Kayseri’ye bundan yirmi sene evvel geldiğim zaman bir zatla karşılaştık. Bilmiyorum şu dakikada aranızda mı?.. Ramazan günüydü. Sordum:
"- Nedir bu hâl, Ramazan günü yaptığınız?"
Dedi ki:
"- Allah’ın bildiğini kulundan niçin saklıyayım!"
Bunu hep söylerler. Samimiyetsizliği bize isnat ederler, kendilerine samimiyeti yakıştırırlar.
Ona dedim ki:
"- Allah senin tenasül âletin olduğunu da biliyor, niye saklıyorsun?"
Demek ki, kula karşı utanmak, Allah’a karşı hicabın ifadesidir. Kula karşı utanmadığını gösteren, Allahtan utanmıyor demektir. Yani Allah’tan korkmadığını kula göstermenin küfür cesaretini temsil ederler ve bunu samimilik bilirler. Orucu tutmayabilirsin, nefs korkunçtur! Git, bir kapkaranlık odada zıkkımlan, fakat gösterme! Nitekim Allah Resulünün huzuruna samimiyet iddiasında bulunan tipler geliyor. Zina yaptıklarını itiraf ediyorlar.
Allah’ın Resulü buyuruyor:
"- Günahlarınızı saklayınız, meydana dökmeyiniz! Yoksa, size tatbik olunacak cezaya katlanma durumunda kalırsınız!"
En ince hikmet!.. Çünkü meydan, agora, cemiyet meydanında âlenileşen suç derhal cezasına çarptırılır.
İşte bu diyalektiklerin sahibi olacak olan bir nesili bekliyoruz. Sır idrakinin gördüğü apayrı bir dünya vardır, muazzam bir dünya…
…………………………………………………………………………………………..
Sır idraki, emirleri topyekûn kabul eder. Ve bir noktada gördükten sonra aklın inhizamını, çöküşünü, artık her noktada aklı çökmüş kabul eder. Haysiyetli kafa budur. Mucize!.. Ne aptaldır bazı insanlar... Şu olur mu, bu olur mu, nasıl olur, kamer nasıl ikiye bölünür, nasıl olurda?.. Ne aptallık! Bunlara demek lâzım ki, sen bir kâğıdı eline aldığın zaman gözünü kapayınca, o tek mi çift mi fark ediyorsun; sende böyle bir zekâ yaşıyor. Bu nasıl oluyor? Gözün iğne ucu kadar küçük... Ona bütün feza doluyor. Nasıl oluyor? Görmek fiili nedir? Efendim, bu hayat topyekûn mucize!.. Biz bu mucizeleri bedava tarafından aldığımız için, "olur" kabul ediyoruz. Sonra ona ters bir şey görünce "olamaz!" diyoruz. İşte sır idraki böyle cevap verir kuru akılcılara ve aklın son durağını aklı yıkmakta bulur.
Velînin birine sormuşlar: "Allah isterse deveyi iğne deliğinden geçirir mi, geçirmez mi?"...
"- Geçirir."
Demiş velî... Kuru akıl yine sormuş:
"- Nasıl geçirir, deliği büyüterek mi, deveyi küçülterek mi?"
Velî gülmüş, demiş ki:
"- İsterse deliği büyültür, isterse deveyi küçültür, isterse de ne onu yapar, ne onu, yine de geçirir." İşte sır idrakinin en güzel ifadesi. Ve buna göre bir diyalektik sahibi olmak...
Ondan sonra üçüncü kalite geliyor: Nefs ve kâinat muhasebesi, murakebesi...
Bir hadis var, ürpertir beni:
"- Hesaba çekilmeden nefslerinizi hesaba çekiniz!"
Burada nefs muhasebesinin sırrı da çıkıyor meydana... Muazzam Hadîs...
Garplı nefs muhasebesi olmayan insana insan gözüyle bakmaz! Nefs muhasebesi, bize hazırlop bir dünya veren, ailemizden, mektebimizden aldığımız telkinlerin hesabını görmektir. Böyle, ezberci olarak, sırtımızda, dünyamızı sümüklü böceğin kabuğunu gezdirdiği gibi gezdirmek değil!.. Tam hesaplamak ve alınacak şeyleri alınma ehliyetinde ise bir daha bırakmamacasına almak, o ehliyette değilse bir daha kabul etmemecesine atmak... İşte cins kafanın kârı... Halbuki muvazaa kafaları, bir tutar, bir bırakır, gene tutar, gene bırakır. Yok böyle şey!