11/02/2015, 04:13
UFUKLAR VE ÖTESİ (N.FKISAKÜREK)-9
Mustafa CEYLAN
***************
Nefs muhasebesi ve hepcilik... Bunu bir şiirimde anlatıyorum:
"Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına...
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş ey ulvî varlık muhasebesi!"
Garpta büyük adam, büyük şair, büyük sanatkâr, büyük mütefekkir, belirttiğimiz gibi, nefs muhasebesinden geçmeden olmaz. Bizde onun en güzel misali yine belirttiğimiz gibi, Gazalî’dir.
"- Aklı gerdim, diyor; gerdim, lâstik bir tel gibi kopacak hale getirdim; ve gördüm ki, akıl sınırlıdır. Gördüm, düşecek gibi oldum aklın taraçasından ve anladım ki, her şey bir nur idrâkinden ibarettir. Ve Müşkât-i Nebî, Peygamberin ruh feyzine sığınmak... Koştum, yapıştım, sığındım ve kurtuldum..."
İmam-ı Gazalînin beyninin her atomu bir güneş parlaklığındadır. Yalnız Fransızcaya defalarca tercüme edilmiştir. Bizde hâlâ tam tercümesi yok İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn’in... Yalnız parçalar halinde kabuk tarafından... İşte halimiz! Nefs muhasebesi en büyük vasıflarından biri, beklediğimiz neslin...
…………………………………………………………………………………
Fedakârlık... Evet nefsten fedakârlık... Nefsi anlatmak için aylarca konuşulsa kâfi gelmez. Nefs... Feza çapında mâna taşıyan bu kelime, Arapçadan başka dünyanın hiçbir dilinde mevcut değil... Ruhumuzun yanıbaşında ona zıt çalışan fakültemiz... Ruh varlığın, nefs yokluğun temsilcisi... Nefs, Allah’la kul arasında tahta perde... Onu bir tekmede yıktın mı, nurla karşı karşıyasın! Fedakârlık evvelâ nefsten başlayarak olacak... Disipline girmekle... Bizim hayâl ettiğimiz genç nefsini yularlı bir merkep gibi arkasından çekebilendir. Nefsin ifade ettiği büyük disiplin, yani nefse hâkimiyetin ifade ettiği büyük disiplin... Böyle bir disiplin İslâmın her safhasında bellidir. Uhut savaşında bozgun gibi görünen hâl, Peygamber emrinin dinlenmemesiyle bir anlık bir disiplinsizlik hatasından meydana geldi. Bir savaşta iki Sahabîyi nöbetçi olarak bırakıyorlar. Dehşet verici bir manzara cereyan ediyor. Sahabiler sırayla gözcülük ediyorlar. Biri uyuyor öteki bekliyor... Derken gözcülerden biri uyuyor, öteki namaz kılıyor. Bu arada namaz kılana bir ok isabet ediyor. Namazını bozmuyor, ikinci bir ok isabet ediyor, gene bozmuyor. Sahabî, üçüncü oku alınca namazını bozuyor ve arkadaşını kaldırıyor:
- Git ve Allah’ın Resulüne haber ver: Düşman geliyor! Şu anda ölmek üzere bulunmasam namazımı bozmaz ve seni uyandırmazdım. Ne yapayım ki, nöbet bekleme borcum burada bitiyor ve gayesine eriyor!
İşte Sahabî ve işte disiplin sırrı!
Namazda saf... En büyük disiplin sembolü... Küfür, o sahte diyalektiği ile bize der ki: "Sizin namazınıza müdahale eden mi var, kılın namazınızı, bize karışmayın; biz de size karışmıyalım!" Onlara demek lâzım ki; "Siz bizi, camilere, zindana tıkar gibi tıkıyorsunuz! Camiler silo, düşüncesizlerin silosu... Namazdaki saf, ruhî safını kaybetmiş insanların yalancı hizasından ibaret... O saf, saf değil... Çünkü küfrün 400 senede işlediği şahıs rabıtalarını koparma politikasının aldatıcı çizgisi olmuştur." Böylece biz, 400 sene içinde, bir çuval dolusu küle döndük. Hakikatte beton idik, şimdi kül yığını... Onun için o saf, şimdi kâzip bir hiza... O safın hakikati, ruhta ve dâvada safa girmiş insanların namazda da dirsek temasiyle hizaya girmesidir. İstanbul’da, Sergi Sarayında 30-40 bin kişiye hitap ederken dedim ki: "Şimdi şükür secdesine kapanmak istiyorum! Çünkü bizi hapsettikleri camilerden bırakılıp işte cemiyet meydanını, hem de Hilton Otelinin dibinde, fuhuş muhitinde zaptetmiş bulunuyoruz!.. Bizi (agora)ya hâkim kılacak hamlenin başlangıcıdır bu!
Peşinden en derin merhamet içinde en keskin şiddet... Başlıca ahlâkî vasıf... En derin merhamet içinde en keskin şiddet... Bir tezat hali mi? Değil!.. Sağlı ve sollu sanatlar... Serçe öksürürken ağlıyacağız! Ağlamayı o kadar seveceğiz!.. Fakat düşmanımızı imhada da, karşımızda kellelerden ehramlar yükselse titremeyeceğiz ve sigaramızı tüttüreceğiz! Şiddet ve bu merhamet bir arada... Hazret-i Ömer’e geliyor ve diyor ki, bir kabile:
"- İslâmı bir şartla kabul ederiz; filân harfin Kur’ân’da, üstündeki nokta altına gelirse..."
Meselâ "nun", "be" olursa... Bu şekilde mâna değişiyor ve kâfirlerin işlerine geliyor. Koca Ömer cevap veriyor:
"- O noktaya bir çengel atsanız da, kâinatın bütün ağırlıklarını bağlasanız o nokta yine aşağıya inmez!.."
İşte İslâmın yekpareliği!.. İşte disiplin şiddeti ve ayrıca derin merhamet!.. İslâmda merhamet yoktur, der, Avrupalılar... Demin hatırlarsam söyleyeceğim, demiştim, yeri geldi.
İslâmda her şey gibi merhamet de en büyük mikyasta vardır. Fakat her kıymetli şey gibi gizlidir. Öyle Batı usûlü, aşikâr, sun’i değil! Bir anne; çocuğu kıvranırken, ağlayan, bağıran, çağıran, tepinen bir anne mi daha merhametlidir, yoksa eve beyaz gömleği ile giren, elinde neşteri, hissiz duran, çocuğu ameliyat masasına yatıran, kesen, biçen ve ağrısını durduran doktor mu?.. İslâmın merhameti doktorun merhametidir. İşte İslâmın kılıcı, ucunda merhameti taşıyan kaşıktır. Hristiyanlar ne kadar suni edebiyat yaparlarsa yapsınlar, bütün hayâllerini çatlatsalar, Ebu Bekir’in, İslâmdaki merhametin hakikatini anlatan şu duasına yaklaşamazlar. Dua ediyor yüce Ebu Bekir!
"- Allahım; sen kâmil kudretsin; yarın âhirette benim cesedimi o kadar büyüt, o kadar büyüt ki, cehennemini yalnız ben doldurayım ve başka bir kuluna yer kalmasın!"
İşte merhamet!..
İslâmda merhamet görmediğini söyleyen Avrupalı bu duayı öğrenince ağladı.
Bir de bize göre bir söz değil, naz makamının sözü olarak söylüyorum. Bayezid-i Bistamî secdede der ki: "Allah’ım, beni kızdırma, ne kadar merhametli olduğunu ifşa edersem, sana tapacak kimse bulamazsın!"
…………………………………………………………………………
Ondan sonra dokuzuncu kalite; zarafet, zevk ve (estetik)... Plâstik dünya fikri... Dış dünyayı güzelleştirme dâvası... Bu işde son derece yayayız. Sahabîlerdir bizim tek modelimiz; ve ondan ancak bir iki asır sonrası... Ötesi felâket... Dörtyüz senenin hesabını isteyecek bir nesil arıyoruz! İslâmı zerafet, (estetik), zevk, dışarıyı süslemekle temsil etmek...
Eski bir ölçü vardır:
"Dışını imar eden bâtınını tahrip eder; dış mamurluğu bâtın haraplığından gelir..."
Yanlış! Bâtınını öyle imar edeceksin ki, dışında kıymet kalmayacak... Dışını da öyle bezeyeceksin ki, bâtının süslü perdesi olacak... Zarafet, güzellik... Niçin Allah’ın Resulüne, Sevgilisine bakmazlar? Dünyanın, bütün insanlığın zirvesi, son noktası olan o mukaddes insan, insanlığın zirve noktası insan, zerafette, güzellikte de insanlığın zirve noktası... Bir-gün yolda yürürken bir kirli nesne gördü, bir tükürük... Yürüyemedi, Sahabîler koştular ve o pisliği temizlediler. Şu zarif, şu lâtif bünyeye bakın!
Bir gün mescidde ağırca bir hava gördükleri zaman:
"- Niçin bugün yıkanmadınız?"
Diye hitap ettiler. Zarafet, İslâmı güzel gösterme sanatı... Kılığından, edasına, herşeyine kadar...
İmam-ı Azâm’a sorarlar:
"- Niçin bu kadar güzel kılık?"...
Çok güzel giyinirdi. Bir âyet-i kerime okur:
"Sana verdiğim nimetleri takdis et, dile getir!"
Bakın, demek ki, o, kılığına tâbi değil, kılığı ona tâbi-Nitekim İslâmiyette bir servet ölçüsü var. Hakikî servet sahibi, paranın sahip olduğu değil, paraya sahip ve hâkim olandır... Çünkü zenginlerimizin çoğuna para sahiptir, onlar paraya sahip değildir. İşte bu mânâda zevk, güzellik.
Batı’da, bilseniz, bir papazı ne kadar ince şartlarla yetiştiriyorlar. İnsana inanç hissi vermek için, her bahisten anlıyor. Bir gün ben Fransa’da bir mecliste bir papaz gördüm; biri piyanoda Beethoven (Bethofen)i çalıyordu, "yanlış" dedi, oturdu, daha iyisini çaldı. Bir asker (strateji) kaidelerinden bahsediyordu, "Onun hakikati şudur!" dedi ve anlattı. Hayret etti herkes papazın kültürüne... Zerafet, (estetik), zevk, güzellik...
Size bir misâlini daha vereyim; feci bir misal... Abdülhamit Hânın büyüklüğüne ait de ayrı bir misal teşkil ediyor: Japonlar bir ara kendilerine din aramaya kalktılar ve Avrupa’yı, her tarafı gezdiler. İslâmiyeti tetkik için de İstanbul’a geldiler. Bâb-ı Fetvadan, yani Şeyhülislâmlıktan bir mihmandar veriyorlar bunların yanına... İpekli saray arabaları ile giderken, o sarıklı mihmandar, bir elini burnunun bir tarafına koyup öbür tarafıyla henk diye sümkürüyor sokağa...
"- Dur, diyor Japonyalı arabacıya; ben bu adamdan din öğrenemem!"...
Ve gidiyor memleketine...
Ve Abdülhamit de bu adama en büyük cezayı veriyor. Çünkü Osmanlı padişahları içinde en diyanetperver olan, tereddütsüz en de müslüman Abdülhamîd, dünyanın en zarif insanıydı. Bu bahsi uzatıyoruz, çünkü çok mahrumuz bu en değerli hasletten...
Demin, "İmam evinde aş, ölü gözünde yaş!" derken malûm imamları kastettik. İmamın hakikatini yeni nesil getirecek... O tip imamı anlatırken katmer katmer ense demiştik.
İşte bu tipler insanın ayıbını tecessüs eder, leke bulmaya çalışır, leke nişanlarını alınlara yapıştırır. Bu hâl İslâmiyete tam uzak... İslâmiyetin zerafet ve muaşeret mevzuundaki inceliğine bir misâl daha vereyim.
Bu misali Batılı bir fikir adamına anlattığım zaman ağladı, yani bir nevi, "beni müslüman mı yapacaksın!" gibi bir tavır takındı.
Asam isimli velî... Asam, sağır demek... İsmi sağır değil, sonradan sıfatı oluyor, sağırlık... Ona bir kadın gidiyor; huzurunda başlıyor anlatmaya derdini... Dertli kadın bağıra çağıra konuşuyor ve bu arada ihtiyatsızca, kadından çirkin bir ses çıkıyor. Eriyor kadın, dünyaya geldiğine pişman, hicabından eriyor. Asam vakur, hiç bir şey sezmemiş gibi duruyor ve kadına dönüyor, diyor ki:
"- Hanım bağıra bağıra konuş, ben sağırım! İşitmiyorum!"
Bakın! Şu çirkinliği Örtme, göstermeme inceliğine bakın! Eridi Avrupalı bunu duyduğu zaman benden... İslâmiyet budur! Gidip de herkesin donunu, yakasını karıştırarak aramak değil...
İşte zerafet!..
Netice: Aradığımız gençte;
1 - Vecd ve aşkla yanmanın vasfı;
2 - Sır idraki ile duymanın vasfı;
3 - Kâinat ve nefs muhasebesi ile düşünmenin vasfı;
4 - Eşya ve hâdiseye hâkimiyet ve şecaatle davranmanın vasfı;
5 - Her türlü fedakârlık ve disiplinle ileriye atılmanın vasfı;
6 - En derin merhamet içinde en keskin şiddet seviyesine ermenin vasfı;
7 - Büyük aksiyon dehasıyla işe ve hamleye girişmenin vasfı;
8 - O’nun ahlâkiyle ahlâklanmanın ve başka hiç bir yol tanımamanın vasfı;
9 - En nadide zevk ve (estetik)le süslenmenin ve dış âlemi süslemenin ve her kıymeti içte bilmenin vasfı...
Ve bütün bunlara bağlı daha nice vasıf... Sayısız şube ve vasıflar... Model de Sahabî... Bu borcun 400 senelik hesabı omuzlarımızda... 400 senedir bu vasıflar kalkmıştır; çünkü bütün bu vasıfları toplayıcı kıymet aşktadır ve o uçup gitmiştir. Asam isimli velî, kadına "ben senin çıkardığın kötü sesi duymadım" demek isterken işte bu aşkın edep ve haya duygusu içindedir.
……………………………………………………………………………………..
**
“Efendim, sözümüz sona ererken, söyliyeyim ki, bizim işimiz yokuş yukarı çıkmanın davasıdır. Onların dâvası ise yokuş aşağı yuvarlanmanın... Bunlar dağ cüssedeki şeyleri şeytanın ellerine verdiği manivela ile yokuş aşağı yuvarlarlar ve marifet yaptık diye övünürler. Halbuki bir fındığı çıkaramazlar yokuş yukarı... Biz ise sırtımızda Uludağ, yokuş yukarı çıkmaya çalışıyoruz ve gençliğimize her gün biraz daha kavuşuyoruz. İnanmak diye karşımızdakilerde hiçbir istidat yoktur.
Bir gün mensup olduğum velî bana dedi ki;
"- İnan da istersen bir odun parçasına inan!"
İnanmanın hakikati Allah’a inanmaktır, fakat dalaletinde bile bir kuvvet vardır inanmanın... Bunlar inanmayanlardır. Bu mânada, açıkça söyliyeyim, devrimbazlık ve ilericilik taslayan gençlerle komünistler arasında büyük fark vardır. Çünkü komünist dalâlete inanır; fakat inanır. Bir gün hidayete gelirse inancını ona çevirebilir. Bir komünist, inanmayan bu sefillerden çok daha az sefildir. Aradığımız nesil, izlediğimiz, rüyasını gördüğümüz nesil, herşeyden evvel demin bahsettiğimiz diyalektikle küfrün kaynağını, menşeini, vücuduna tek tek mesaha etmiş’gibi, bir (patalog)un vücuttan anlaması gibi tanıyacaktır ve mukabele edecektir.
Nasrettin Hocanın bir hikmeti: Bindiği dalı keser. Yoldan geçen biri, hoca düşeceksin, der. Yok yok! Keser ve düşer... Hemen ihtarcısının arkasından koşar, "Düşeceğimi bildin, öleceğimi de bilirsin!.."
Şimdi biz bu hikmetin içinde şöyleyiz: Avrupalı bu halimize bakıp İslâm dalını kesip, kesmeye başlamış olmamızdan ötürü düşeceğimizi bilmiştir. Bilmiş, fakat belli etmemiş... Şimdi biz gitmişiz ona diyoruz ki: "Madem düşeceğimi bildin, nasıl yaşıyacağımı da bilirsin!.."
İşte topyekûn hesapları bundan ibarettir. Topyekûn hesapları, Tanzimattan beri gelen ilericilerin... Sığ bir taklit çerçevesinde şahsiyetsizlik ifadesi... Halbuki Avrupalı kendisi için gıda olan fikir nimetlerini bize zehir olarak zerketmiştir. Bunu "Sahte Kahramanlar"da uzun uzun anlattım.
Avrupalı hem İslâmı bize kestirir, zira bizi düşürmek için başka çare olmadığını bilir, hem de çareyi yine kendisine baş vurmakta arayacağımızı hesaplar.
Nihayet muhasebe:
Bu hale şu türlü geldik: Bozgun ve yılgınlık... Ondan doğma şüphe ve güvensizlik... Ondan doğma küçüklük ukdesi... Ondan doğma körükörüne hayranlık... Ondan doğma taklit ve kopyacılık... Ondan doğma nefs muhasebesinden yoksunluk... Ondan doğma dış tesirlere esaret... Ondan doğma maddî ve manevî emperyalizme ajanlık... Ve hepsinden doğma İslâmdan nefret telkini...
Bütün hesaplar bundan ibaret!..
İşte bu vasıfların şuuru içindeki gençliğin böyle bir dünya görüşüne çıkmasını ve ezelle ebed arası en büyük yenilik, solmayan renk, geçmeyen ân müessesesi İslâm yeni ve aslî idrakini kıvrana kıvrana beklemekteyiz ve görmekteyiz ki Allah bunun öncülerini bize nasip etmeye başlamıştır. “
**
Edebiyat ve fikir dünyamızın en parlak siması, yüzyılımızın gönül mimarı Necip Fazıl Kısakürek… Seni gören göz, seni duyan kulak sahibi bir genç olarak, bir taleben olarak, sana ve felsefene tutkun bir şair olarak 26 yıl 26 gündür seni aramaktayım, seni nefes almaktayım. “Çile” baş ucu kitabım. Aşkın aşkım. Yolun yolum. Şükrediyorum Mevlâ’ya ki zamanın o kilometresinde çağın ruh ve gönül mimarı, en büyük mütefekkir, fikir ve aksiyon abidesini çıkardı karşımıza. Seni gördüğüm günden, elini öptüğüm andan ve gözümün içine baktığın, bakarken aktığın andan itibaren peşindeyim üstadım.
Sana koşuyorum… Sana varmak için çırpınıyorum mısra mısra, şiir şiir…
Seni anlatabilmek seni… Benim için hem çok kolay, hem çok zor…
Devasa bir şehrin caddelerinin her birinden geliyorsun bana. Her caddesinden sana koşuyorum nefes nefese…
Ne desem, neler söylesem az ve tariften aciz… Kelimeler yetersiz seni anlatmama…
Seni anlamak, seni yaşamakla mümkündür…
Ne mutlu seni yaşayanlara ve yaşatanlara….
**
Kabrin nur, mekânın cennettir onu da gayet iyi bilmedeyim.
Dualarım seninle üstadım… Dualarım seninle…
Mustafa CEYLAN
***************
Nefs muhasebesi ve hepcilik... Bunu bir şiirimde anlatıyorum:
"Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına...
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş ey ulvî varlık muhasebesi!"
Garpta büyük adam, büyük şair, büyük sanatkâr, büyük mütefekkir, belirttiğimiz gibi, nefs muhasebesinden geçmeden olmaz. Bizde onun en güzel misali yine belirttiğimiz gibi, Gazalî’dir.
"- Aklı gerdim, diyor; gerdim, lâstik bir tel gibi kopacak hale getirdim; ve gördüm ki, akıl sınırlıdır. Gördüm, düşecek gibi oldum aklın taraçasından ve anladım ki, her şey bir nur idrâkinden ibarettir. Ve Müşkât-i Nebî, Peygamberin ruh feyzine sığınmak... Koştum, yapıştım, sığındım ve kurtuldum..."
İmam-ı Gazalînin beyninin her atomu bir güneş parlaklığındadır. Yalnız Fransızcaya defalarca tercüme edilmiştir. Bizde hâlâ tam tercümesi yok İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn’in... Yalnız parçalar halinde kabuk tarafından... İşte halimiz! Nefs muhasebesi en büyük vasıflarından biri, beklediğimiz neslin...
…………………………………………………………………………………
Fedakârlık... Evet nefsten fedakârlık... Nefsi anlatmak için aylarca konuşulsa kâfi gelmez. Nefs... Feza çapında mâna taşıyan bu kelime, Arapçadan başka dünyanın hiçbir dilinde mevcut değil... Ruhumuzun yanıbaşında ona zıt çalışan fakültemiz... Ruh varlığın, nefs yokluğun temsilcisi... Nefs, Allah’la kul arasında tahta perde... Onu bir tekmede yıktın mı, nurla karşı karşıyasın! Fedakârlık evvelâ nefsten başlayarak olacak... Disipline girmekle... Bizim hayâl ettiğimiz genç nefsini yularlı bir merkep gibi arkasından çekebilendir. Nefsin ifade ettiği büyük disiplin, yani nefse hâkimiyetin ifade ettiği büyük disiplin... Böyle bir disiplin İslâmın her safhasında bellidir. Uhut savaşında bozgun gibi görünen hâl, Peygamber emrinin dinlenmemesiyle bir anlık bir disiplinsizlik hatasından meydana geldi. Bir savaşta iki Sahabîyi nöbetçi olarak bırakıyorlar. Dehşet verici bir manzara cereyan ediyor. Sahabiler sırayla gözcülük ediyorlar. Biri uyuyor öteki bekliyor... Derken gözcülerden biri uyuyor, öteki namaz kılıyor. Bu arada namaz kılana bir ok isabet ediyor. Namazını bozmuyor, ikinci bir ok isabet ediyor, gene bozmuyor. Sahabî, üçüncü oku alınca namazını bozuyor ve arkadaşını kaldırıyor:
- Git ve Allah’ın Resulüne haber ver: Düşman geliyor! Şu anda ölmek üzere bulunmasam namazımı bozmaz ve seni uyandırmazdım. Ne yapayım ki, nöbet bekleme borcum burada bitiyor ve gayesine eriyor!
İşte Sahabî ve işte disiplin sırrı!
Namazda saf... En büyük disiplin sembolü... Küfür, o sahte diyalektiği ile bize der ki: "Sizin namazınıza müdahale eden mi var, kılın namazınızı, bize karışmayın; biz de size karışmıyalım!" Onlara demek lâzım ki; "Siz bizi, camilere, zindana tıkar gibi tıkıyorsunuz! Camiler silo, düşüncesizlerin silosu... Namazdaki saf, ruhî safını kaybetmiş insanların yalancı hizasından ibaret... O saf, saf değil... Çünkü küfrün 400 senede işlediği şahıs rabıtalarını koparma politikasının aldatıcı çizgisi olmuştur." Böylece biz, 400 sene içinde, bir çuval dolusu küle döndük. Hakikatte beton idik, şimdi kül yığını... Onun için o saf, şimdi kâzip bir hiza... O safın hakikati, ruhta ve dâvada safa girmiş insanların namazda da dirsek temasiyle hizaya girmesidir. İstanbul’da, Sergi Sarayında 30-40 bin kişiye hitap ederken dedim ki: "Şimdi şükür secdesine kapanmak istiyorum! Çünkü bizi hapsettikleri camilerden bırakılıp işte cemiyet meydanını, hem de Hilton Otelinin dibinde, fuhuş muhitinde zaptetmiş bulunuyoruz!.. Bizi (agora)ya hâkim kılacak hamlenin başlangıcıdır bu!
Peşinden en derin merhamet içinde en keskin şiddet... Başlıca ahlâkî vasıf... En derin merhamet içinde en keskin şiddet... Bir tezat hali mi? Değil!.. Sağlı ve sollu sanatlar... Serçe öksürürken ağlıyacağız! Ağlamayı o kadar seveceğiz!.. Fakat düşmanımızı imhada da, karşımızda kellelerden ehramlar yükselse titremeyeceğiz ve sigaramızı tüttüreceğiz! Şiddet ve bu merhamet bir arada... Hazret-i Ömer’e geliyor ve diyor ki, bir kabile:
"- İslâmı bir şartla kabul ederiz; filân harfin Kur’ân’da, üstündeki nokta altına gelirse..."
Meselâ "nun", "be" olursa... Bu şekilde mâna değişiyor ve kâfirlerin işlerine geliyor. Koca Ömer cevap veriyor:
"- O noktaya bir çengel atsanız da, kâinatın bütün ağırlıklarını bağlasanız o nokta yine aşağıya inmez!.."
İşte İslâmın yekpareliği!.. İşte disiplin şiddeti ve ayrıca derin merhamet!.. İslâmda merhamet yoktur, der, Avrupalılar... Demin hatırlarsam söyleyeceğim, demiştim, yeri geldi.
İslâmda her şey gibi merhamet de en büyük mikyasta vardır. Fakat her kıymetli şey gibi gizlidir. Öyle Batı usûlü, aşikâr, sun’i değil! Bir anne; çocuğu kıvranırken, ağlayan, bağıran, çağıran, tepinen bir anne mi daha merhametlidir, yoksa eve beyaz gömleği ile giren, elinde neşteri, hissiz duran, çocuğu ameliyat masasına yatıran, kesen, biçen ve ağrısını durduran doktor mu?.. İslâmın merhameti doktorun merhametidir. İşte İslâmın kılıcı, ucunda merhameti taşıyan kaşıktır. Hristiyanlar ne kadar suni edebiyat yaparlarsa yapsınlar, bütün hayâllerini çatlatsalar, Ebu Bekir’in, İslâmdaki merhametin hakikatini anlatan şu duasına yaklaşamazlar. Dua ediyor yüce Ebu Bekir!
"- Allahım; sen kâmil kudretsin; yarın âhirette benim cesedimi o kadar büyüt, o kadar büyüt ki, cehennemini yalnız ben doldurayım ve başka bir kuluna yer kalmasın!"
İşte merhamet!..
İslâmda merhamet görmediğini söyleyen Avrupalı bu duayı öğrenince ağladı.
Bir de bize göre bir söz değil, naz makamının sözü olarak söylüyorum. Bayezid-i Bistamî secdede der ki: "Allah’ım, beni kızdırma, ne kadar merhametli olduğunu ifşa edersem, sana tapacak kimse bulamazsın!"
…………………………………………………………………………
Ondan sonra dokuzuncu kalite; zarafet, zevk ve (estetik)... Plâstik dünya fikri... Dış dünyayı güzelleştirme dâvası... Bu işde son derece yayayız. Sahabîlerdir bizim tek modelimiz; ve ondan ancak bir iki asır sonrası... Ötesi felâket... Dörtyüz senenin hesabını isteyecek bir nesil arıyoruz! İslâmı zerafet, (estetik), zevk, dışarıyı süslemekle temsil etmek...
Eski bir ölçü vardır:
"Dışını imar eden bâtınını tahrip eder; dış mamurluğu bâtın haraplığından gelir..."
Yanlış! Bâtınını öyle imar edeceksin ki, dışında kıymet kalmayacak... Dışını da öyle bezeyeceksin ki, bâtının süslü perdesi olacak... Zarafet, güzellik... Niçin Allah’ın Resulüne, Sevgilisine bakmazlar? Dünyanın, bütün insanlığın zirvesi, son noktası olan o mukaddes insan, insanlığın zirve noktası insan, zerafette, güzellikte de insanlığın zirve noktası... Bir-gün yolda yürürken bir kirli nesne gördü, bir tükürük... Yürüyemedi, Sahabîler koştular ve o pisliği temizlediler. Şu zarif, şu lâtif bünyeye bakın!
Bir gün mescidde ağırca bir hava gördükleri zaman:
"- Niçin bugün yıkanmadınız?"
Diye hitap ettiler. Zarafet, İslâmı güzel gösterme sanatı... Kılığından, edasına, herşeyine kadar...
İmam-ı Azâm’a sorarlar:
"- Niçin bu kadar güzel kılık?"...
Çok güzel giyinirdi. Bir âyet-i kerime okur:
"Sana verdiğim nimetleri takdis et, dile getir!"
Bakın, demek ki, o, kılığına tâbi değil, kılığı ona tâbi-Nitekim İslâmiyette bir servet ölçüsü var. Hakikî servet sahibi, paranın sahip olduğu değil, paraya sahip ve hâkim olandır... Çünkü zenginlerimizin çoğuna para sahiptir, onlar paraya sahip değildir. İşte bu mânâda zevk, güzellik.
Batı’da, bilseniz, bir papazı ne kadar ince şartlarla yetiştiriyorlar. İnsana inanç hissi vermek için, her bahisten anlıyor. Bir gün ben Fransa’da bir mecliste bir papaz gördüm; biri piyanoda Beethoven (Bethofen)i çalıyordu, "yanlış" dedi, oturdu, daha iyisini çaldı. Bir asker (strateji) kaidelerinden bahsediyordu, "Onun hakikati şudur!" dedi ve anlattı. Hayret etti herkes papazın kültürüne... Zerafet, (estetik), zevk, güzellik...
Size bir misâlini daha vereyim; feci bir misal... Abdülhamit Hânın büyüklüğüne ait de ayrı bir misal teşkil ediyor: Japonlar bir ara kendilerine din aramaya kalktılar ve Avrupa’yı, her tarafı gezdiler. İslâmiyeti tetkik için de İstanbul’a geldiler. Bâb-ı Fetvadan, yani Şeyhülislâmlıktan bir mihmandar veriyorlar bunların yanına... İpekli saray arabaları ile giderken, o sarıklı mihmandar, bir elini burnunun bir tarafına koyup öbür tarafıyla henk diye sümkürüyor sokağa...
"- Dur, diyor Japonyalı arabacıya; ben bu adamdan din öğrenemem!"...
Ve gidiyor memleketine...
Ve Abdülhamit de bu adama en büyük cezayı veriyor. Çünkü Osmanlı padişahları içinde en diyanetperver olan, tereddütsüz en de müslüman Abdülhamîd, dünyanın en zarif insanıydı. Bu bahsi uzatıyoruz, çünkü çok mahrumuz bu en değerli hasletten...
Demin, "İmam evinde aş, ölü gözünde yaş!" derken malûm imamları kastettik. İmamın hakikatini yeni nesil getirecek... O tip imamı anlatırken katmer katmer ense demiştik.
İşte bu tipler insanın ayıbını tecessüs eder, leke bulmaya çalışır, leke nişanlarını alınlara yapıştırır. Bu hâl İslâmiyete tam uzak... İslâmiyetin zerafet ve muaşeret mevzuundaki inceliğine bir misâl daha vereyim.
Bu misali Batılı bir fikir adamına anlattığım zaman ağladı, yani bir nevi, "beni müslüman mı yapacaksın!" gibi bir tavır takındı.
Asam isimli velî... Asam, sağır demek... İsmi sağır değil, sonradan sıfatı oluyor, sağırlık... Ona bir kadın gidiyor; huzurunda başlıyor anlatmaya derdini... Dertli kadın bağıra çağıra konuşuyor ve bu arada ihtiyatsızca, kadından çirkin bir ses çıkıyor. Eriyor kadın, dünyaya geldiğine pişman, hicabından eriyor. Asam vakur, hiç bir şey sezmemiş gibi duruyor ve kadına dönüyor, diyor ki:
"- Hanım bağıra bağıra konuş, ben sağırım! İşitmiyorum!"
Bakın! Şu çirkinliği Örtme, göstermeme inceliğine bakın! Eridi Avrupalı bunu duyduğu zaman benden... İslâmiyet budur! Gidip de herkesin donunu, yakasını karıştırarak aramak değil...
İşte zerafet!..
Netice: Aradığımız gençte;
1 - Vecd ve aşkla yanmanın vasfı;
2 - Sır idraki ile duymanın vasfı;
3 - Kâinat ve nefs muhasebesi ile düşünmenin vasfı;
4 - Eşya ve hâdiseye hâkimiyet ve şecaatle davranmanın vasfı;
5 - Her türlü fedakârlık ve disiplinle ileriye atılmanın vasfı;
6 - En derin merhamet içinde en keskin şiddet seviyesine ermenin vasfı;
7 - Büyük aksiyon dehasıyla işe ve hamleye girişmenin vasfı;
8 - O’nun ahlâkiyle ahlâklanmanın ve başka hiç bir yol tanımamanın vasfı;
9 - En nadide zevk ve (estetik)le süslenmenin ve dış âlemi süslemenin ve her kıymeti içte bilmenin vasfı...
Ve bütün bunlara bağlı daha nice vasıf... Sayısız şube ve vasıflar... Model de Sahabî... Bu borcun 400 senelik hesabı omuzlarımızda... 400 senedir bu vasıflar kalkmıştır; çünkü bütün bu vasıfları toplayıcı kıymet aşktadır ve o uçup gitmiştir. Asam isimli velî, kadına "ben senin çıkardığın kötü sesi duymadım" demek isterken işte bu aşkın edep ve haya duygusu içindedir.
……………………………………………………………………………………..
**
“Efendim, sözümüz sona ererken, söyliyeyim ki, bizim işimiz yokuş yukarı çıkmanın davasıdır. Onların dâvası ise yokuş aşağı yuvarlanmanın... Bunlar dağ cüssedeki şeyleri şeytanın ellerine verdiği manivela ile yokuş aşağı yuvarlarlar ve marifet yaptık diye övünürler. Halbuki bir fındığı çıkaramazlar yokuş yukarı... Biz ise sırtımızda Uludağ, yokuş yukarı çıkmaya çalışıyoruz ve gençliğimize her gün biraz daha kavuşuyoruz. İnanmak diye karşımızdakilerde hiçbir istidat yoktur.
Bir gün mensup olduğum velî bana dedi ki;
"- İnan da istersen bir odun parçasına inan!"
İnanmanın hakikati Allah’a inanmaktır, fakat dalaletinde bile bir kuvvet vardır inanmanın... Bunlar inanmayanlardır. Bu mânada, açıkça söyliyeyim, devrimbazlık ve ilericilik taslayan gençlerle komünistler arasında büyük fark vardır. Çünkü komünist dalâlete inanır; fakat inanır. Bir gün hidayete gelirse inancını ona çevirebilir. Bir komünist, inanmayan bu sefillerden çok daha az sefildir. Aradığımız nesil, izlediğimiz, rüyasını gördüğümüz nesil, herşeyden evvel demin bahsettiğimiz diyalektikle küfrün kaynağını, menşeini, vücuduna tek tek mesaha etmiş’gibi, bir (patalog)un vücuttan anlaması gibi tanıyacaktır ve mukabele edecektir.
Nasrettin Hocanın bir hikmeti: Bindiği dalı keser. Yoldan geçen biri, hoca düşeceksin, der. Yok yok! Keser ve düşer... Hemen ihtarcısının arkasından koşar, "Düşeceğimi bildin, öleceğimi de bilirsin!.."
Şimdi biz bu hikmetin içinde şöyleyiz: Avrupalı bu halimize bakıp İslâm dalını kesip, kesmeye başlamış olmamızdan ötürü düşeceğimizi bilmiştir. Bilmiş, fakat belli etmemiş... Şimdi biz gitmişiz ona diyoruz ki: "Madem düşeceğimi bildin, nasıl yaşıyacağımı da bilirsin!.."
İşte topyekûn hesapları bundan ibarettir. Topyekûn hesapları, Tanzimattan beri gelen ilericilerin... Sığ bir taklit çerçevesinde şahsiyetsizlik ifadesi... Halbuki Avrupalı kendisi için gıda olan fikir nimetlerini bize zehir olarak zerketmiştir. Bunu "Sahte Kahramanlar"da uzun uzun anlattım.
Avrupalı hem İslâmı bize kestirir, zira bizi düşürmek için başka çare olmadığını bilir, hem de çareyi yine kendisine baş vurmakta arayacağımızı hesaplar.
Nihayet muhasebe:
Bu hale şu türlü geldik: Bozgun ve yılgınlık... Ondan doğma şüphe ve güvensizlik... Ondan doğma küçüklük ukdesi... Ondan doğma körükörüne hayranlık... Ondan doğma taklit ve kopyacılık... Ondan doğma nefs muhasebesinden yoksunluk... Ondan doğma dış tesirlere esaret... Ondan doğma maddî ve manevî emperyalizme ajanlık... Ve hepsinden doğma İslâmdan nefret telkini...
Bütün hesaplar bundan ibaret!..
İşte bu vasıfların şuuru içindeki gençliğin böyle bir dünya görüşüne çıkmasını ve ezelle ebed arası en büyük yenilik, solmayan renk, geçmeyen ân müessesesi İslâm yeni ve aslî idrakini kıvrana kıvrana beklemekteyiz ve görmekteyiz ki Allah bunun öncülerini bize nasip etmeye başlamıştır. “
**
Edebiyat ve fikir dünyamızın en parlak siması, yüzyılımızın gönül mimarı Necip Fazıl Kısakürek… Seni gören göz, seni duyan kulak sahibi bir genç olarak, bir taleben olarak, sana ve felsefene tutkun bir şair olarak 26 yıl 26 gündür seni aramaktayım, seni nefes almaktayım. “Çile” baş ucu kitabım. Aşkın aşkım. Yolun yolum. Şükrediyorum Mevlâ’ya ki zamanın o kilometresinde çağın ruh ve gönül mimarı, en büyük mütefekkir, fikir ve aksiyon abidesini çıkardı karşımıza. Seni gördüğüm günden, elini öptüğüm andan ve gözümün içine baktığın, bakarken aktığın andan itibaren peşindeyim üstadım.
Sana koşuyorum… Sana varmak için çırpınıyorum mısra mısra, şiir şiir…
Seni anlatabilmek seni… Benim için hem çok kolay, hem çok zor…
Devasa bir şehrin caddelerinin her birinden geliyorsun bana. Her caddesinden sana koşuyorum nefes nefese…
Ne desem, neler söylesem az ve tariften aciz… Kelimeler yetersiz seni anlatmama…
Seni anlamak, seni yaşamakla mümkündür…
Ne mutlu seni yaşayanlara ve yaşatanlara….
**
Kabrin nur, mekânın cennettir onu da gayet iyi bilmedeyim.
Dualarım seninle üstadım… Dualarım seninle…