11/02/2015, 11:19
TÜRK ŞİİRİNİN YÜZ AKI BİR ŞAİR (2)
ARİF EREN
VE ŞİİRLERİ
-Tahlil-
Mustafa CEYLAN
Üstad bu şiirinde kader dostu olan tren raylarını ve çevreyle bütünleşen yüreğini ne güzel sergilemiş. Eskiden buharlı lokomotifler vardı… Hiç unutmam 55000’lik çorçil makineyi… Ve hiç unutmam, mühendis olmama rağmen ilk okul mezunu bir makinistin yanına sırf demiryolculuğu öğrensin diye verdikleri ateşçilik görevimi.. Trenimizi Ankara’ dan Kars’a kadar götürmüştük… Şu şiirin gücüne bakın hele! Beni yıllar öncesine nasıl alıp götürüyor… Demiryolculukta bir kural vardı. Tren istasyonda tek düdük öttürürse tren ileri gidecek demekti, çift düdük öttürürse geri gelecek demekti. Üstadımın şiiri HEP İLERİYE giden ve insanın gönlünü, yüreğini dipten doruğa kaplayan bir güce sahip. Serbest vezin bir şiir ama, sanki hece vezninin inci tanesi… Kafiyeler, mısra sonlarındaki uyumlar ve şiirin başından sonuna dek seyir grafiği mükemmel…
Zaten ben, hep demişimdir: Heceyi bilemeyen serbestte başarılı olamaz diye… Üstadın şiirleri benim bu tezimi doğrulamaktadır… Bir de üstad şiirlerinde, konu bütünlüğüne çok dikkat etmekte… Gördüğüm önemli hususlardan birisi de bu. Yani şiirin sanki bir nesir gibi, giriş, gelişme ve sonuç bölümü diyelim; yani şiirin başı, ortası ve sonu arasında bir bütünlük, bir buyum mutlaka bulunmakta… Kopukluklar yok. Baştan sona doğru gelirken çevreyi ihmal etmiyor, rengi, kokuyu, mevsimi ve zamanı mutlaka işliyor üstad.. Bu işleme sırasında güzel dilimiz Türkçe’ yi çok iyi kullanıyor ve ritm, ahenk gibi hususlara da dikkat ediyor…
Zaten Arif EREN demek, kalıcı ve has şiirin günümüzdeki önemli temsilcisi demektir. Kimileri günümüzde şiirimizin can çekiştiğini söylese de işte Arif EREN gibi bir elin parmakları kadar az sayıda da olsalar, şiirimizin can çiçekleri gibi, nakış nakış, renk renk has şiirin ürünlerini verip durmaktalar…
Bu şiirde “Vefasız gözler gibiyken ilkyaz /Sevgisiz bir yürek burukluğunda geldi yaz” deyişine bakın hele ve sonra “Yüreğimi bir bıçak gibi kanattı güz ayları / Kader dostlarım oldu tren rayları…” deyişine bir bakın… İşte bu ikisinin arasında bir ilçeye gelişi, memurla karşılaşması, otele yerleşmesi, pençereden ilçeyi seyri… İstiklal Marşı Şairimiz rahmetli Mehmet Akif ERSOY “safahat” ında ki şiirlerde konuşma dilini şiire ne kadar ustalıkla getirmiş ve bir ressam titizliliğiyle doğa-obje ve çevre’yi gönlünde çalkalayıp inanç ve iman ufkunun rengiyle boyayıp şiirinin coğrafyası yapmıştı…
Arif Eren üstad, da şiirinde belki konuşmaları, kulağına gelen sesleri ve söylenceleri açıkça yazmıyor amma, belli belirsiz bir şekilde hissettiriyor… Onun mısralarını okurken, asla rahatsız olmuyorum. Kulağımı tırmalayan, yüreğimi delip geçen bir kelime yok. Konuyu huzur ve rahatlık içinde seyreden bir izleyici gibiyim. Sanki, o şiirde giden ve zamanı yaşayan yolcu o değil benim… “Han Duvarları” nda Çamlıbel’ in Anadolu’ dan sunduğu manzaraları tamamiyle Arif Hoca’ nın mısralarında görüyor ve içime ışıltılı bir bereket yağmuru yağıyor sanki… Üstadın bir şiirinin içine daha dalalım hele. Diyor ki:
“Yağmur nasıl kandırırsa bozkırı
Öyle kandırdın beni
Umut denen o solmaz çiçeği
Söküp attın can-evimden
Kendi elimle dövdürdün beni
Kendi elimle yazdırdın adımı
Divane defterine
Hiçbir şeyde rastlamadığım
Buruk bir tat veriyordu konuşman
Güzelliğini ustaca kullanıyordun
Bense yağmurla beslenen
Bir ırmak gibi sana akıyordum
Kendi suyumla boğdurdun beni
Kendi suyumla yok ettin
Yine de inkar etmedim seni
Hatıran, hiç yitirmedi kutsallığından
Bu hüzün, bu yalnızlık
Bir şey eskitemedi senden
Hâlâ durur güzelliğin gözlerimde
Gel, onu sana vereyim
Sonra bulamazsın aynalarda”
İşte bir has şiir daha… Eskiler, halk ozanlarımız “usta malı” derlerdi ya, hah işte o! ...”Yağmurun bozkırı kandırması ve kendi çıkmazına, divane defterine kendi eliyle düşen ve sonra sevdiğine bu hüzün ve bu yalnızlık, senden hiçbir şey eskitemedi, güzelliğin gözlerimin önünde, aynalarda bulamazsın, boşuna bakma aynalara, gel, istiyorsan o güzelliği sana vereyim” diyen dizlere bakın dostlar…
Arif Eren şiirinin bana göre 3 öğesi bulunmakta. Şiirin başlangıç bölümünde konuya ilham olan olay yer almakta, sonuç bölümünde ise üstadın sevgiye, dostluğa, huzura dayalı söylemi yer almakta. Asıl olan ise şiirinin ana gövdesi, ağacın gövdesi misali karşımızda durandır. O gövdede şairin canının çekirdeği, duyguları, yüreği yer almaktadır. Ben yanılmam! bakın üstadın bütün şiirlerine, bu dediklerimi görecek ve siz de benim gibi şiirin büyüsünde kendinizi kaybedeceksiniz… Okuduğumuz şiirde
“Hiçbir şeyde rastlamadığım
Buruk bir tat veriyordu konuşman
Güzelliğini ustaca kullanıyordun
Bense yağmurla beslenen
Bir ırmak gibi sana akıyordum
Kendi suyumla boğdurdun beni
Kendi suyumla yok ettin”
Bölümünden de bunu rahatlıkla görebilirsiniz… Burada yüreğinden kandırarak söküp atan bir sevgiliye sesleniş var. Ve sevgiliyi anlatış var…Yürek yangını var… Şiirin bir Türkmen halısı benzerince dokunuşuna bakınız… Birinci bölümün sonunda;
“Kendi elimle dövdürdün beni
Kendi elimle yazdırdın adımı”
Derken ikinci bölümün sonunda ise
“Kendi suyumla boğdurdun beni
Kendi suyumla yok ettin”
Demektedir… Ustalığını böyle göstermekte şair… Şiirin dokusunu mükemmel bir kent planı gibi çizen kalem işte bu… Tekerrür sanatını nasıl da ustaca kullanıyor değil mi? Tam yerinde ve zamanında… Has şair, milyonlarca insan içinde, yığınla insan dolu terminalde, ya da günde yirmi-otuz trenin geçtiği istasyonda kendi yalnızlığını yaşayan şairdir. Kâinat, eşya, olaylar ve doğa canhıraş feryatlarla bağırıp, çağırıp, dönüp dururken; ve birbirini yutma savaşı verip büyük gürültüler çıkarırken, o şair ki, kendi yüreğini kaleminin ucuna takmış, kendi ruh kökünde ki ihtilâllerle boğuşmadadır… Çünkü şaire Yüce Mevlâ tarafından verilmiş bir kabiliyet vardır. Duygu ve yazma diye… Şiiri doğuracağı zaman sancılanır şair… Kıvranır, sanki yağmura gebe bulut gibi olur… O anı yaşamayan bilemez… Deli taylara döner şair… Ama şiiri yazdı mı, yakamoz olur yıkanır sularda… Ay gibi ışık saçlarını salar suların serin gölgesine… O feryad, o figan, o sancı gidiverir içinin dehlizlerinden…
Arif Eren üstadın, gene bir istasyonda tren kalkış saatini beklerken kaleme aldığı mısralarına birlikte göz atalım. Olmaz mı? Üstad diyor ki:
Bu Kent Sende Kalsın
“Sen, evinde olacaksın
Bir kış gecesi
İstasyonda tren
Kalkış saatini beklerken
Gene yedi kat gökyüzü
Yırtılır gibi gürleyecek
Ve yağmur yağacak
Dudağımda sigaram, elimde valizim
Caddeler boyu
Gölgemi bile
Yanımda bulamayacağım
Bir gece yarısı terk edeceğim
Bu kenti
Arkamdan ne el sallanacak
Ne de iki damla gözyaşı akacak
Gelişim gibi
Yine yalnız gideceğim bu kentten
Senden başkası
Neden, böyle gitti diyecekler
İnan
Gerçek nedeni hiçbir zaman
Öğrenemeyecekler
Aradan yıllar geçecek
Çoluk-çocuğa karışacaksın
Bir gün
O şarkı söylenirken
Ansızın
Yüreğinde bir sızı duyacaksın
İçinden
Bizim şarkımızdı
Bu diyeceksin
Kiminle olursan ol
Kendini yalnız hissedeceksin”
İşte bu… Üstad Arif EREN bu…”İnsan dünyaya yalnız gelir, ama benim gidişimde bir gece yarsısı yağmur yağarken yalnız gideceğim, yapayalnız… Ve gidişimin nedenini başkaları öğrenemeyecekler… Yıllar geçecek aradan ancak bizim şarkımızı duyduğunda yüreğin sızlayacak ve beni anımsayacaksın. Çoluk çocuğun olduğu halde ne kadar yalnız kaldığını hatırlayacaksın” diyor.
Sadece bu şiir üzerine bir film senaryosu yazılabilir. Bu şiirle usta şair, çoğu şiirlerinde olduğu gibi müşahhas olayın içine yüreğini sermekte… Manzaranın tam ortasına, can alıcı yerine şair yüreğinin sesini koymakta. İşte kelimelerle resim yapma sanatı olan şiirin resimden farkını ve üstünlüğünü ortaya koyan bir şiir…
Şiir olmasaydı, belki müzik, bel ki resim, bel ki öteki sanatlar da zor olurdu. Sözlü edebiyat döneminde, sesin iletişim aracı olduğu, yazının insan yaşamına girmediği dönemlerde ki duyguların ifadesi, bakış, tavır ve sesle mümkündü. Düşünün hele, o günlerden asırları aşıp gelenleri ve de Ahmet Yesevi ve talebelerinin, ondan daha öncekilerinin, koskoca bir ulusun ruhunda yaktığı aşk kütüğünü…
Ses ve kelimeler, şair-ressamların en önemli malzemesi… Başarılı şair de kelimelerin dansına ruhunu kaptıran değil midir? Günümüzde kalemiyle, ideal yaşantısıyla, içi- dışı bir, has şiirin özge sevdalıları da bana göre günümüzün Yesevileridir, Dede Korkutlarıdır… Açtıkları ufuk, çizdikleri yol aydınlık ve huzur doludur. Onlar günü dünle hamur hamur yoğurup bize sunduktan sonra geleceğe uzatanlardır. Onlar kutlu gönül ikliminin yazıcılarıdır. Onlardan birisi de Arif EREN hocamızdır…
ARİF EREN
VE ŞİİRLERİ
-Tahlil-
Mustafa CEYLAN
Üstad bu şiirinde kader dostu olan tren raylarını ve çevreyle bütünleşen yüreğini ne güzel sergilemiş. Eskiden buharlı lokomotifler vardı… Hiç unutmam 55000’lik çorçil makineyi… Ve hiç unutmam, mühendis olmama rağmen ilk okul mezunu bir makinistin yanına sırf demiryolculuğu öğrensin diye verdikleri ateşçilik görevimi.. Trenimizi Ankara’ dan Kars’a kadar götürmüştük… Şu şiirin gücüne bakın hele! Beni yıllar öncesine nasıl alıp götürüyor… Demiryolculukta bir kural vardı. Tren istasyonda tek düdük öttürürse tren ileri gidecek demekti, çift düdük öttürürse geri gelecek demekti. Üstadımın şiiri HEP İLERİYE giden ve insanın gönlünü, yüreğini dipten doruğa kaplayan bir güce sahip. Serbest vezin bir şiir ama, sanki hece vezninin inci tanesi… Kafiyeler, mısra sonlarındaki uyumlar ve şiirin başından sonuna dek seyir grafiği mükemmel…
Zaten ben, hep demişimdir: Heceyi bilemeyen serbestte başarılı olamaz diye… Üstadın şiirleri benim bu tezimi doğrulamaktadır… Bir de üstad şiirlerinde, konu bütünlüğüne çok dikkat etmekte… Gördüğüm önemli hususlardan birisi de bu. Yani şiirin sanki bir nesir gibi, giriş, gelişme ve sonuç bölümü diyelim; yani şiirin başı, ortası ve sonu arasında bir bütünlük, bir buyum mutlaka bulunmakta… Kopukluklar yok. Baştan sona doğru gelirken çevreyi ihmal etmiyor, rengi, kokuyu, mevsimi ve zamanı mutlaka işliyor üstad.. Bu işleme sırasında güzel dilimiz Türkçe’ yi çok iyi kullanıyor ve ritm, ahenk gibi hususlara da dikkat ediyor…
Zaten Arif EREN demek, kalıcı ve has şiirin günümüzdeki önemli temsilcisi demektir. Kimileri günümüzde şiirimizin can çekiştiğini söylese de işte Arif EREN gibi bir elin parmakları kadar az sayıda da olsalar, şiirimizin can çiçekleri gibi, nakış nakış, renk renk has şiirin ürünlerini verip durmaktalar…
Bu şiirde “Vefasız gözler gibiyken ilkyaz /Sevgisiz bir yürek burukluğunda geldi yaz” deyişine bakın hele ve sonra “Yüreğimi bir bıçak gibi kanattı güz ayları / Kader dostlarım oldu tren rayları…” deyişine bir bakın… İşte bu ikisinin arasında bir ilçeye gelişi, memurla karşılaşması, otele yerleşmesi, pençereden ilçeyi seyri… İstiklal Marşı Şairimiz rahmetli Mehmet Akif ERSOY “safahat” ında ki şiirlerde konuşma dilini şiire ne kadar ustalıkla getirmiş ve bir ressam titizliliğiyle doğa-obje ve çevre’yi gönlünde çalkalayıp inanç ve iman ufkunun rengiyle boyayıp şiirinin coğrafyası yapmıştı…
Arif Eren üstad, da şiirinde belki konuşmaları, kulağına gelen sesleri ve söylenceleri açıkça yazmıyor amma, belli belirsiz bir şekilde hissettiriyor… Onun mısralarını okurken, asla rahatsız olmuyorum. Kulağımı tırmalayan, yüreğimi delip geçen bir kelime yok. Konuyu huzur ve rahatlık içinde seyreden bir izleyici gibiyim. Sanki, o şiirde giden ve zamanı yaşayan yolcu o değil benim… “Han Duvarları” nda Çamlıbel’ in Anadolu’ dan sunduğu manzaraları tamamiyle Arif Hoca’ nın mısralarında görüyor ve içime ışıltılı bir bereket yağmuru yağıyor sanki… Üstadın bir şiirinin içine daha dalalım hele. Diyor ki:
“Yağmur nasıl kandırırsa bozkırı
Öyle kandırdın beni
Umut denen o solmaz çiçeği
Söküp attın can-evimden
Kendi elimle dövdürdün beni
Kendi elimle yazdırdın adımı
Divane defterine
Hiçbir şeyde rastlamadığım
Buruk bir tat veriyordu konuşman
Güzelliğini ustaca kullanıyordun
Bense yağmurla beslenen
Bir ırmak gibi sana akıyordum
Kendi suyumla boğdurdun beni
Kendi suyumla yok ettin
Yine de inkar etmedim seni
Hatıran, hiç yitirmedi kutsallığından
Bu hüzün, bu yalnızlık
Bir şey eskitemedi senden
Hâlâ durur güzelliğin gözlerimde
Gel, onu sana vereyim
Sonra bulamazsın aynalarda”
İşte bir has şiir daha… Eskiler, halk ozanlarımız “usta malı” derlerdi ya, hah işte o! ...”Yağmurun bozkırı kandırması ve kendi çıkmazına, divane defterine kendi eliyle düşen ve sonra sevdiğine bu hüzün ve bu yalnızlık, senden hiçbir şey eskitemedi, güzelliğin gözlerimin önünde, aynalarda bulamazsın, boşuna bakma aynalara, gel, istiyorsan o güzelliği sana vereyim” diyen dizlere bakın dostlar…
Arif Eren şiirinin bana göre 3 öğesi bulunmakta. Şiirin başlangıç bölümünde konuya ilham olan olay yer almakta, sonuç bölümünde ise üstadın sevgiye, dostluğa, huzura dayalı söylemi yer almakta. Asıl olan ise şiirinin ana gövdesi, ağacın gövdesi misali karşımızda durandır. O gövdede şairin canının çekirdeği, duyguları, yüreği yer almaktadır. Ben yanılmam! bakın üstadın bütün şiirlerine, bu dediklerimi görecek ve siz de benim gibi şiirin büyüsünde kendinizi kaybedeceksiniz… Okuduğumuz şiirde
“Hiçbir şeyde rastlamadığım
Buruk bir tat veriyordu konuşman
Güzelliğini ustaca kullanıyordun
Bense yağmurla beslenen
Bir ırmak gibi sana akıyordum
Kendi suyumla boğdurdun beni
Kendi suyumla yok ettin”
Bölümünden de bunu rahatlıkla görebilirsiniz… Burada yüreğinden kandırarak söküp atan bir sevgiliye sesleniş var. Ve sevgiliyi anlatış var…Yürek yangını var… Şiirin bir Türkmen halısı benzerince dokunuşuna bakınız… Birinci bölümün sonunda;
“Kendi elimle dövdürdün beni
Kendi elimle yazdırdın adımı”
Derken ikinci bölümün sonunda ise
“Kendi suyumla boğdurdun beni
Kendi suyumla yok ettin”
Demektedir… Ustalığını böyle göstermekte şair… Şiirin dokusunu mükemmel bir kent planı gibi çizen kalem işte bu… Tekerrür sanatını nasıl da ustaca kullanıyor değil mi? Tam yerinde ve zamanında… Has şair, milyonlarca insan içinde, yığınla insan dolu terminalde, ya da günde yirmi-otuz trenin geçtiği istasyonda kendi yalnızlığını yaşayan şairdir. Kâinat, eşya, olaylar ve doğa canhıraş feryatlarla bağırıp, çağırıp, dönüp dururken; ve birbirini yutma savaşı verip büyük gürültüler çıkarırken, o şair ki, kendi yüreğini kaleminin ucuna takmış, kendi ruh kökünde ki ihtilâllerle boğuşmadadır… Çünkü şaire Yüce Mevlâ tarafından verilmiş bir kabiliyet vardır. Duygu ve yazma diye… Şiiri doğuracağı zaman sancılanır şair… Kıvranır, sanki yağmura gebe bulut gibi olur… O anı yaşamayan bilemez… Deli taylara döner şair… Ama şiiri yazdı mı, yakamoz olur yıkanır sularda… Ay gibi ışık saçlarını salar suların serin gölgesine… O feryad, o figan, o sancı gidiverir içinin dehlizlerinden…
Arif Eren üstadın, gene bir istasyonda tren kalkış saatini beklerken kaleme aldığı mısralarına birlikte göz atalım. Olmaz mı? Üstad diyor ki:
Bu Kent Sende Kalsın
“Sen, evinde olacaksın
Bir kış gecesi
İstasyonda tren
Kalkış saatini beklerken
Gene yedi kat gökyüzü
Yırtılır gibi gürleyecek
Ve yağmur yağacak
Dudağımda sigaram, elimde valizim
Caddeler boyu
Gölgemi bile
Yanımda bulamayacağım
Bir gece yarısı terk edeceğim
Bu kenti
Arkamdan ne el sallanacak
Ne de iki damla gözyaşı akacak
Gelişim gibi
Yine yalnız gideceğim bu kentten
Senden başkası
Neden, böyle gitti diyecekler
İnan
Gerçek nedeni hiçbir zaman
Öğrenemeyecekler
Aradan yıllar geçecek
Çoluk-çocuğa karışacaksın
Bir gün
O şarkı söylenirken
Ansızın
Yüreğinde bir sızı duyacaksın
İçinden
Bizim şarkımızdı
Bu diyeceksin
Kiminle olursan ol
Kendini yalnız hissedeceksin”
İşte bu… Üstad Arif EREN bu…”İnsan dünyaya yalnız gelir, ama benim gidişimde bir gece yarsısı yağmur yağarken yalnız gideceğim, yapayalnız… Ve gidişimin nedenini başkaları öğrenemeyecekler… Yıllar geçecek aradan ancak bizim şarkımızı duyduğunda yüreğin sızlayacak ve beni anımsayacaksın. Çoluk çocuğun olduğu halde ne kadar yalnız kaldığını hatırlayacaksın” diyor.
Sadece bu şiir üzerine bir film senaryosu yazılabilir. Bu şiirle usta şair, çoğu şiirlerinde olduğu gibi müşahhas olayın içine yüreğini sermekte… Manzaranın tam ortasına, can alıcı yerine şair yüreğinin sesini koymakta. İşte kelimelerle resim yapma sanatı olan şiirin resimden farkını ve üstünlüğünü ortaya koyan bir şiir…
Şiir olmasaydı, belki müzik, bel ki resim, bel ki öteki sanatlar da zor olurdu. Sözlü edebiyat döneminde, sesin iletişim aracı olduğu, yazının insan yaşamına girmediği dönemlerde ki duyguların ifadesi, bakış, tavır ve sesle mümkündü. Düşünün hele, o günlerden asırları aşıp gelenleri ve de Ahmet Yesevi ve talebelerinin, ondan daha öncekilerinin, koskoca bir ulusun ruhunda yaktığı aşk kütüğünü…
Ses ve kelimeler, şair-ressamların en önemli malzemesi… Başarılı şair de kelimelerin dansına ruhunu kaptıran değil midir? Günümüzde kalemiyle, ideal yaşantısıyla, içi- dışı bir, has şiirin özge sevdalıları da bana göre günümüzün Yesevileridir, Dede Korkutlarıdır… Açtıkları ufuk, çizdikleri yol aydınlık ve huzur doludur. Onlar günü dünle hamur hamur yoğurup bize sunduktan sonra geleceğe uzatanlardır. Onlar kutlu gönül ikliminin yazıcılarıdır. Onlardan birisi de Arif EREN hocamızdır…